“Diyalog denilen boşluk”

Yunus Bektaşoğlu

Söyleme denilen özne sahneye çıktığında tüm ışıklar bir benlik halini alacaktır. Yazgının bu en insani ve en alınsız noktasına bakıldığında göz görmenin ötesine geçerek, kendisine bir sınır olarak sahneyi alacaktır. Mimesis ile yalana ortak kılınan bu alanın taklit ile hiçbir bağı yoktur. Ki doğumsuzluğu nedeniyle bu bağını olmayışla kesmiştir. Bu kadar ikilem yeter! Öyleyse Mösyö Lacan’a kulak verelim:

“Söylenen, duyulanın içinde söylenenin arkasında unutulmuş olarak bulunur”

Unutularak var olan bir noktadan bahsedeceksek, daha adil olmak adına aynı -olup olmadığını bilmediğimiz- Lacan’dan bir alıntı daha yapmak lazım;

“Yazı, okunmamak için yazılır.”

Bu kışkırtıcı cümlenin birkaç sokak ötesinde Lacan, okunmakta olanın yazının içinden aşıp geçmesinden bahseder. Belki de yazı bir semptomdur da demenin vakti gelir…

Bu noktada “Diyalog” hakkında konuşacağız ve şunu soracağız; cidden diyalog mümkün müdür? Deleuze’ün haklı biçimde bir konuşmayı kendisiyle açıklamanın imkânsızlığından bahseder. Diyaloğun imkânsız oluşundan ziyade onun sürekli hareket, sürekli oluş içinde olduğunu iddia edeceğiz. Bu sonsuz eylem içinde bir âna bakıp da anlamı bulduğunu iddia eden kişi sonsuzluğu ıskalamakla meşguldür o esnada. Proust’un “İyi kitaplar yabancı dilde yazılmış gibidir” sözünü Lacan’a  dahil edecek olursak  “İyi metinler yazıldığı dilin içinde unutulmuş olarak oluşur” demek gibi bir cürete girişebiliriz. 

Bir tiyatro metninde karşılaştığımız diyalog da bir oluştur. Metni kaleme aldıran fikrin doğumuna, emeklemesine, büyümesine, yazılmayı öğrenmesine, âşık olmasına, sevişmesine ve bir noktada da ölümüne tanık oluruz. Metin de ölür ama bu kendi isteği ekseninde oluşan bir şey değildir. Daha çok o oyunu izleyenin ve okuyanın kendini esere dayatması sonucu oluşan bir yanlış anlamadır.  

İşte tüm bu değinilenlerin ışığında bir diyalog, bir konuşma sonsuz kere tekrarlanan bir konuşma niteliğine bürünür. Çekilen her çizgi ile bir kaçış noktası yaratılır ve eserin “Son” olarak izah edilen noktasında çizgi belirsizleşerek derinleşir. 

Metindeki, sahnedeki diyaloğun mimesis olmadığını zaten izah etmiştik. Çünkü yekten sanatsal bir olguyu “gerçek” olarak alçaltılmış hayat ile izah etmeye çalışmak yaşamı anlamamakla eşdeğerdedir. Sahnedeki diyaloğun gerçeklik ile ele alınması onu olmayış ile tanımlaya yönelik ilk hamle olduğunun altını çizdikten sonra diyaloğun gerçekte sonsuz bir kaçışın, sonsuz kere yitip giden odağın kendisi olduğunu da belirtmeliyiz. Bu yüzdendir ki her diyalog kendi içinde değil, yani gerçekleştiği ânın içinde değil sonsuz kere yinelenen oluşunun içinde aranmalıdır. 

Bir geçmişi, çocukluğu hatta geleceği olmayan bir karakteri düşünelim. Aynı bir hastalık gibi farklı oyunculara bulaşan bu karakter, her defasında farklı bir görüntü ve anlam ekseninde karşımıza çıkar. İşte karakterin sırf bu farklı oyuncular tarafından sahnelenmesi bile bir diyalogtur. Neden? Sessizliği lisan kabul etmiş olanın bir hikâyeye ihtiyacı yoktur da ondan. 

Dikkat edildiyse herhangi bir kanıya varmadan, çeşitli açılardan bir metin kaleme alıyoruz. Böylesine sonsuzluğa sahip bir alanda durup anlamın kanını dökmenin hiçbir gereği yok. Çünkü her paragrafın içinde gerçekleşen diyalog kendisini bir anlamsızlığa devreder ve her defasında başka bir yabancı olarak karşımıza çıkar. İnsanın kaleme aldığı hesaba katılırsa, bu yabancılığı hoş görmek gerekir. Bu dünyaya yabancı olan insanın, sırf bunu gizlemek, saklamak adına devletler, sınırlar, lisanlar yaratırken bir sanat eseri yaratamayacağına inanmak safdilliktir.

Diyaloğu salt iki kişinin arasında cereyan eden bir “şey” olmadığını bilmem anlatabildik mi? Öyleyse Mösyö Lacan ile kafaları biraz daha karıştırmanın zamanıdır:

“Bir söyleme’den başka özne yoktur.”

3

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku