Doğmaya Kaydedilmiş

Yunus Bektaşoğlu

Samuel Beckett’ın Beşik adlı oyunundaki “Organsız Beden” durumuna değineceğiz. Konunun olması bir konumuz olduğu anlamına gelmiyor. Bu konu daha çok anlamsızlığımızın kudretini gösteriyor. Çünkü konuya saplanılmış bir durumda anlatı, konunun esiridir. Bu yüzdendir ki anlam, konu denilen boyunduruğa itaat etmekten öteye gidemez. Açıkçası insanın ve onun huzursuzluğunun olduğu bir yerde konuya ve anlama ihtiyacımız yoktur.

Çok mu iddialı bir giriş oldu? Bıyık bırakan herkes kadar… 

Beckett, Beşik oyununa dair notları paylaşırken ilginç bir tutum izler:

“Işık: sandalyenin üzerine düşmektedir. Geri kalan her taraf karanlıktır.(…)

W: Zamanından önce yaşlanmış. Dağınık, kırlaşmış saçlar…

Gözler: Hiç kıpırdamadan bakan…

Kostüm: siyah dantelden…

Tutum, Sandalye, Sallanma ve Ses”

Karaktere veya mekâna dair detayların verilmesi son derece doğalken, karakterin oyunun dışında kalan yanlarına yani eylemlerine de müdahale eder Beckett. Gözlere, tutuma ve sallanmaya! “Peki bunu neden yapar?” diye bir soru soracak olursak, açıklamak zorunda kalacağız. Ki açıklamayı bir zorunluluk değil, tepki olarak ele almak icap eder. 

Bu tavrıyla Beckett, oyuncuyu Platoncu anlamda bir mağara ile karşı karşıya bırakır. Gerçek ile gölgesi arasında gidip geliriz sürekli. 

Oyunun sonlarına doğru şöyle bir ilginç replik duyarız:

“Lanet hayata…”

İşte kaydedilmiş sesler üzerinden ilerleyen bu oyunun çıkış noktası tam da burasıdır; hayata lanet!

Kaydedilmiş bir ses ile gerçek anlamda sahnede olan bir kadın arasında cereyan eder oyun. Kaydedilen ses kadının kendi sesidir. Bunu belli başlı yerlerde zikredilen “Daha…” nidasından anlarız. Sahnedeki kadın “Daha…” der ve sonra kendi kaydedilmiş sesi araya girer. Ara, aralık… Ulus Baker bir yazısında “Aralık” kavramından bahsederken “Mesafe iki şeyin birbirine olan uzaklığıyken, aralık iki şeyin birbirine olan yakınlığıdır” der. Haklıdır da… Oyun da kadın ve onun sesinin arasında cereyan eder. Sesi bambaşka bir karakter gibidir. Aynı “Notlar” kısmında “Gözler” için verilen açıklamalar veya “Tutum” veya “Sallanma” için verilen direktifler gibi… Sanki tüm bu açıklamalar o rolü oynayacak oyuncuya değil de birkaç farklı kişiye veriliyormuş gibidir. 

Bu notlar sayesinde oyuncu bir çift gözü olduğunu veya sallanabildiğini fark ediyormuş gibi kötü bir şaka da yapılabilir. Hayatın bir lanet olduğu bu noktada sanırım bu şakaya gülecek tek kişi sahnedeki masa olur! Kaydedilen sesin sıklıkla zikrettiği bir şey, bir kavram vardır; Başkası… 

Kendi bedenini bir imkân olarak tanımlayan herkes için kim olduğu konusu bir olasılıktan öteye geçemez. İşte bizim oyundaki karakterimiz de kendiyle sesinin – veya sessizliğininin- izin verdiği ölçüde kendisidir. Bu arada oyunda gerçek olan tek şey Kadın’ın sahnede sallanmasıdır. Dikkat edin “Kadın’ın kendisi gerçektir” demiyorum. “Kadının sallanışı gerçektir” diyorum. Kaydedilmiş sesin zikrettiği cümlelerin ne zaman, hangi koşullarda sarf edildiğini bilemediğimizden, duymak ve anlamak o bilinmeze dahil olmak anlamına gelir. Kadının beden olarak kendisi bile ki ara ara sarf ettiği “Daha…” bile onu gerçek kılmaz. Daha ziyade o kaydedilmiş sese olan bağımlılığını izah eder. İşte bu yüzdendir ki oyunda insan adına gerçek olan biricik şey kadının sallanışıdır. Yoksa sandalye de pekala insanı altüst edebilecek bir gerçekliğe sahiptir. 

Bu vesileyle insan kendi gerçekliği dışında zamana kaydedilmiş bir sessizlik olarak karşımıza çıkar. Kendi sesine boyun eğecek kadar aciz olan insan, başkasının sözlerini elbette Tanrı olarak Kabul edecektir. Dışında kaldığı hayata bakarak ona lanetler okuyacaktır. Belki de insan yaşamla lanetlenmiştir!

4

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku