Emre Basalak’la Eskişehir Gençlik Sahnesi’nin Dördüncü Yılı…

Latif Acarlıoğlu

Latif Acarlıoğlu
lacarli@hotmail.com

Dört yıl önce, Eskişehir B. B. Şehir Tiyatroları bir ilke imza atarak Gençlik Sahnesi kurmak üzere bir tohum ekti. Bu tohum yeşerdi, dallandı, budaklandı ve artık meyvelerini vermek üzere! Gelişmeleri kısaca özetlersek, Gençlik Sahnesi her yıl yaşları 18-25 olan gençlerden sınavla aldığı 20-25 kişiyi Devlet Konservatuvarları’ndakine benzer dersler vererek mezun edip sırasıyla “Yunus’un Güncesi”, “Leonce ile Lena”, “Antigone” ve “Sen de Gitme Triyandafilis” adlı oyunları sahneledi. Biz de bu başarı öyküsünü dinlemek üzere ilk yıl Gençlik Sahnesi’den sorumlu oyuncu ve yönetmenler Mete Ayhan, ikinci yıl da Emre Basalak’la söyleşi yaparak genç tiyatro grubunu tanıma ve tanıtma fırsatı bulmuştuk. Bu kez dördüncü yılı konuşmak üzere eğitim programıyla üç yıldır aralıksız ilgilenen Emre Basalak’la tekrar görüşerek son iki yılda yapılanları ve gelecekteki projeleri öğrenmek istedik. İki bölümden oluşan bu söyleşinin ilk bölümünde, Gençlik Sahnesi’nin dünü, bugünü ve yarınını, ikinci bölümde ise bu yıl sahnelenen “Sen de Gitme Triyandafilis”i konuştuk.

Hatırlarsan iki yıl önce seninle Gençlik Sahnesi üzerine bolca konuştuk ve bu söyleşi, Sahne [1] Dergisinde yayınlandı. Birçok kişi okuyup bilgilenmiştir, sanıyorum. Bu söyleşiden beri Gençlik Sahnesi’nde ne gibi gelişmeler oldu? Geçen yıldan başlarsak…
İki yıldan beri daha yoğun çalışıyoruz, dersler haftada altı güne çıktı. Ayrıca şan dersleri eklendi. Bu arada öğrenci sayısını düşürdük, 25 kişi alıyorduk, şimdi 20 kişi! Önümüzdeki sene sayıyı biraz daha aşağı çekeceğiz. Konservatuvarlardaki gibi yaklaşık 15 öğrenci! Sayıyı azaltıp kaliteyi yükseltmek istiyoruz.

Kaç başvuru oluyor, 20 kişi seçmek için?
İlk sene 90 kişi başvurmuştu. Geçen sene 220 başvuru oldu. Genelde 200 civarı, diyebiliriz. Başvuranların kalitesi de artmaya başladı. Yani adaylar hazırlanıp geliyorlar artık!

Diğer eğitmenlerle görev dağılımınız nasıl oluyor?
Grup liderliğini ben yapıyorum. Dramaturji hocam Sibel Arıcan, doğaçlama Özlem Baykara, doğaçlama ve hareket dersi Pınar Bekaroğlu, diksiyon ve etkili konuşma Özlem Boyacı. Şan derslerine de opera mezunu Ilgın Karahan giriyor. Geçen sene Gençlik Sahnesi öğrencisiydi, bu sene ders veren hoca oldu!

Geçen yıl sahnelediğiniz Antigone hakkında neler söylemek istersin?
Antigone, klasik bir metindir, 2500 yıllık… Biz onu biraz yeniledik, yorumladık, bir “ensemble” iş çıkardık. Bütün oyuncuların olduğu sahnede, sadece bir kumaşla bütün dekoru, atmosferi oluşturduk; hep beraber hareket ediyor, beraber ritim tutuyorlar. Çok da iyi tepkiler aldık, “Uzun zamandır izlediğimiz en iyi Antigone!” diyenler oldu. Düşünün ki Antigone’un içinde Ömer Hayyam bile vardı!

Gençlik Sahnesi hiç turne yaptı mı? Yapmayı düşünüyor mu?
Hayır, ama yapmayı düşünüyoruz. Önce kendimizi kendi şehrimizde kanıtlamamız gerekiyor. Eskişehir’de bu oldu sayılır, tiyatro yapmak isteyenlerin hedefi olmaya başladık. Önümüzdeki yıl içinde bazı projelerimiz olacak. Gençlik festivallerine gitmek istiyoruz. Sonra da Eskişehir’de bir gençlik festivali düzenleme planımız var!

İleride Gençlik Sahnesi oyunlarını da Şehir Tiyatroları programına almayı düşünüyor musunuz?
Bu umudum var, Gençlik Sahnesi adı altında aylık programda iki temsil de mezunlarımızdan oluşturacağımız kadrolarla sahneye çıkmak istiyoruz. Belki önümüzdeki sene ufak ufak başlarız. Tabii ki o yılın kursiyerleri yine kendi oyunlarını sergileyecekler…

Bu gösteriler genç oyunculara az da olsa maddi katkı sağlar mı? Onları motive de eder…
Elbette, onlara tiyatrodan para kazanma keyfi vermenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sözleşmeli oyuncularla yaptığımıza benzer bir anlaşma yapılabilir onlarla da…

Şimdi “Sen de Gitme Triyandafilis”e gelelim! Bu oyunu uyarlayan ve yöneten sensin! Neden Triyandafilis de başkası değil?
Bir kere sınıf 20 kişi, hepsinin görev alması gerekiyor ve 20 oyuncunun yarısı kız yarısı erkek! Kalabalık bir oyun seçmemiz gerekiyor. Bu durumda fazla seçenek kalmıyor, bu birincisi! İkincisi de her sınıfın ayrı bir ruhu, ayrı bir karakteri vardır. Bu sınıfın da karakteri naif ve sıcaktı. “Bu grubun tarzı bu olmalı!” diyorsunuz. Geçen senekilerin devinimi yüksekti, ona göre bir oyun çalışmıştık. Önceki sene, daha grotesk bir oyun seçtik, Leonce ile Lena! Çemberimiz iyice daraldı, bir de Triyandafilis benim yıllar önce okuduğum, sevdiğim bir öyküydü. Seyfettin Babat, iki defa oyunlaştırmış, ikisine de baktık. Bazılarını kullandık, bazılarını biz sahneye uyarladık. 1995 yılında sinema filmi de çekilmiş Triyandafilis’in! Onun da senaryosunu Ayla Kutlu yazmış! Filmden de birtakım sahneler aldık ve yepyeni bir oyun çıktı ortaya!

Rol dağılımını neye göre yaptın ya da yaptınız? Çünkü Özlem Baykara, Özlem Boyacı ve Pınar Bekaroğlu da ders verenler arasında? Katkıda bulundular mı? Yüzde 90’ını benim yaptığımı söyleyebilirim. Ama ben hocalarıma da danışırım “cast”ı yaparken… Çoğunun uygun olduğunu söylediler, bazılarında soru işaretleri vardı! İkna ettim onları… Sonrasında da çok doğru seçim olduğunu söylediler. Tartışmada beni ikna edebilirlerdi de… Rol dağılımında domino taşı özelliği vardır, birini çıkarıp diğerini koyduğunuz zaman o rol de değişir!

Oyuncu dağılımında kıskançlık oldu mu? Küçük rol büyük rol gibi?
Oldu! (Gülüşmeler…) Gencecik pırıl pırıl insanlar ve hepsi tiyatroya aç! Ama çocuklar belli bir noktada beni anlıyorlar, tiyatro işi bir “casting” işi! O “cast”ı iyi yaptığınız zaman, “O rolü o oynamalı”ya ikna oluyorlar! Seçimi ilk duyduklarında burukluk oluyor! Olmalı da zaten! Ama kimse küsmedi ve kendi işine dört elle sarıldı!

Provalar ne kadar sürdü?
Normal bir profesyonel oyun ne kadar sürerse, o kadar! Yaklaşık 50 gün! 42-43 provada çıkardık oyunu!

Provalar sırasında çiçeği burnunda oyunculardan katkıda bulunmak isteyen oldu mu? Yani, “Şu rolü şöyle yapsak nasıl olur?” gibi…
Role çok özel yorum katanlar oldu! İkizler var oyunda, evin çocukları, sarışın… Triyandafilis’in kız ve erkek kardeşi! 12-13 yaşlarında, oyundaki ismi Helenia olanı, Binbaşı Portal’a ilgi duymak istedi, kendi getirdi bu detayı… Binbaşı “Çocukluktan çıkmak üzereler!” deyince, Helenia “Ben çocuk değilim ki!” diyor birden. Yine Helenia Binbaşı’ya hayranlıkla bakarken, kardeşi “Âşık Helenia!” deyip kaçıyor! Onların bulduklarını ben serpiştirtirdim aralara. Bunlar gibi onlarca örnek sayabilirim.

Ben şahsen bu oyunu çok beğendim. Neredeyse profesyonel bir gösteri gibi… Sen nasıl buldun, bir oyuncu ve yönetmen olarak? Empati yaparsan…
Dışarıdan bakmayı çok yaparım ben! Hepsi başarılıydı, ama bence dört senelik Gençlik Sahnesi’nde en iyi çıkarılan oyun, Triyandafilis’tir. Bir rolü bir yerden alıp bir yere taşımak o rolün temelini oluşturur! Bunlar artık konservatuvarlarda bile yapılmıyor! Rolün gelişimini, değişimini öğrenmek çok önemli! Gerçekçi bir oyunu alternatif bir biçimde sunmuş olduk! Ben oyunu başarılı buluyorum açıkçası!

Şimdi Fransızca konuşmalara gelelim! Orijinal metinde var mı bunlar?
Var! Pierre Türkçe bilmiyor, oyunlaştırılan metinde de böyle… Biz biraz metni uzattık! Triyandafilis “Gitme!” anlamında “Ne pars pas!”yı çok kullanır örneğin!

Şimdi biraz daha oyunun içine girelim! Fransız askerlerin Triyandafilis’i kaçırıp tecavüz etmeleri, Sultan tarafından anlatılıyor ama sahnede gösterilmiyor? Neden?
Birebir göstermeyi tercih etmedik! Zaten metinde Triyandafilis’in yaşadıklarına dair ayrıntı yoktur! Daha çok döndükten sonrası anlatılır. Öyküde de anlatım sistemi böyle! Orda Manolakis diye bir şarkı da var! Anlatılanı müzikle kurduğumuzu düşünüyorum. Yaşananlar gerçekten çok dramatik! Aslında Triyandafilis bembeyaz elbisesiyle tertemiz dönüyor eve! Sadece elindeki bebek çamurlu, onu elbisesine sürüyor. Sonra da çamurlu bebeği yıkayıp temizliyor. Bir bakıma olayları simgesel yaşıyor!

Bir de kapının ilk zamanlar daha az kilitlendiği dikkatimi çekti. Yanılıyor muyum yoksa?
Tercih ettiğimiz yerler var! Pierre’in gelişiyle kapıyı çok kullanıyoruz. Oralarda kilidi aç-kapa yapmıyoruz, kapının arkasında Pierre olduğu için! Yine simgesel düşünüyoruz. Zaten gerçek bir kilit yok, sadece sesi duyuluyor! Biz buna çok inandık, ben de çocuklar da inandı! Bu seyirciye geçmemiş olabilir, ama biz bunu tercih ettik!

Seyircilerin sahnenin içinde iki taraflı oturmaları samimi bir hava oluşturmuş! Seyirci kendini oyunun içinde hissediyor. Neden böyle düşündün?
Dediğin gibi, seyirciler kendilerini oyunun içinde hissetsin diye… Bu kadar gerçek bir oyunda yakın temas gerekir. Oyuncunun gözünün içini gördüğünüz zaman, oyunun içinde olursunuz, bu birincisi. İkincisi ise bu bir kapı ve yol hikâyesi! Yani gitme-kalma hikâyesi! Gitmekle ilgili üç simge sorsak, insanlar ya “kapı” derler, ya “yol” ya da “bavul”! Bunların üçü de var oyunumuzda! Yolsa eğer, biz bu yola bakarak oyunu seyretmeliyiz. Öyle de oluyor zaten! Başımızı sola ve sağa çevirerek yol boyunca oyunculara bakıyoruz. Seyircileri böyle oturtmamızın en büyük sebebi bu!

Sondaki selamlamada oyuncuların yarısı sağdaki, yarısı soldaki seyircileri selamlayıp sonra yön değiştirerek diğer kısmı selamlamaları mükemmel olmuş! Kimin fikriydi?
Benim fikrimdi. Selam, sevgili Haldun Dormen’in bana öğrettiği özel şeylerden biridir, selam oyunun prestiji! Onun selamları hep özelliklidir, kendi imzasını taşır. Bir oyuncu sadece seyircinin önünde eğilmeli! Ne mesleki olarak eğilmeli ne de politik! Selamı duygusal ve kıymetli bir an olarak düşünürüm ve oyunla ilişkilendirmeyi çok severim. Burada da avuç içinden gelen öpücük, oyunla çok bağlantılı bir selamlama şekli! Bu öpücük oyunun içinde vardı, biz daha çok yaydık. Ben şunu söylerim hep: Biri sizi, avucunuzun içinden öpüyorsa, ona güvenin! Avucunu yanağınıza koyuyorsa, ‘Ona sarılın!’ derim. Biri sizi avucunuzun içinden öpüp el sallıyorsa, ‘Gitmeyin!’ ya da ‘Göndermeyin!’ anlamına gelir. Avuç içinin kalple direkt bir bağlantısı vardır.

Sahne düzeni kimin imzasını taşıyor?
Benim imzamı! Bu oyunda çok mekân var… Büyük dekorlar… Köşkler, sokaklar, Antakya’nın çeşitli yöreleri… Bunları vermek çok zor! Bu yüzden stilize bir dekor kurmamız gerekiyordu. Ama seyircinin hemen inanacağı bir dekor! Örneğin simgesel bir kapı! İki tane koltukla, sonunda o eve inanıyorsunuz. Bu tip minimal dekorlarla, daha büyük anlatımlara hayranım. Sahne tasarımı bana ait. Uygulamasını Ahmet Ertap yaptı.

Gelelim sahne dışı görevlilere… Kostüm Tasarım Tülay Kale, Dekor Uygulama Ahmet Ertap, Işık taraşım Cüneyt Kapaklıkaya! Hepsi de başarılı! Özellikle de kostümler çok zengin… Biraz bahseder misin?
Bu konuda, gerçekten Tülay Kale’ye teşekkür borçluyum. Şehir Tiyatrosu’nun profesyonel bir oyunuymuş gibi incelik gösterdi. Bizim 17 senelik çok geniş bir depomuz var artık! Bu kostümler zaten vardı, tekrar elden geçti. Yüzde 70 böyle sağlandı, geri kalanı da Tülay Kale yeniden tasarladı. Ahmet Ertap bizim dekor ustamız. Cüneyt Kapaklıkaya bizim ışık teknikerlerimizden, tasarımı birlikte yaptık. Tekniğini, düzenlemelerini Cüneyt yaptı, ortak tasarım diyebilirim.

Oyuncuların bazen beyaz perdenin arkasından yansıması gösteriye zenginlik ve derinlik kazandırmış! Yönetmen olarak senin fikrin herhalde…
Evet, bazı sahneleri masalsı bir anlatımla hissettirtmek, hem biraz imge katmak, hem de dediğin gibi bir derinlik kazandırmak istedik. Ben gölge oyunlarını severim. Sanırım başarılı oldu!

Birinci perdedeki gramofonun yerini, ikinci perdede eski zaman radyosu almış! Hâlbuki radyo da kalsa, gramofon daha kıymetli olduğu için götürülmüş olsa, daha iyi olmaz mıydı?
Bir müzikle başlıyor oyun! Bu, bir ön oyun! “Bana gitme demeyecek misiniz?” diyor çocuk. Gidiyor ve oyunun sonunda tekrar görüyoruz o çocuğu! Başı sona bağlıyoruz, sonu başa! O oyun bittikten sonra, evin içindeki gerçek oyun başlıyor. Oradaki müziği artık gramofona yüklüyoruz. Gramofon aynı zamanda zenginliğin simgesi, tıpkı koltukların şıklığı gibi, aile evdeyken! İkinci perdede, artık yıllar ilerledikçe radyo bir haber alma aracı oluyor. Savaş döneminde de insanlar ondan alıyor haberi. Zaman aşımını göstermek için de kullandık radyoyu.

Şimdi de ışığa bir göz atalım! Seyircilerin oturduğu banklar ve sandalyelerin sahnede bulunması ışık kullanımını zorlaştırdı mı?
Ben bu tarz oyunları tercih ediyorum ama sahnelerimiz buna uygun değil! Seyircinin, salondan seyredeceği sahneler olarak tasarlanmış! Burada, seyirciler iki taraflı paralel oturuyor sahnede! Işıkta oldukça zorlandık. İsterdim ki ışık yandığında, karşıda oturanı görmeyeyim mümkün olduğunca, o karanlıkta kalsın! Saat için telefonuna bakan seyirci, benim dikkatimi çekiyor. Mümkün olsa da karaltılsa seyirciler. Ama sahnemizin yapısı uygun değil! Dediğin gibi ışığı kullanırken çok zorlandık. İstemeden bazen seyircileri de aydınlattık!

Müzikler de özenle seçilmiş! Neler söylemek istersin?
Burada özel bir şeyler anlatabilir miyim? Eğer bir önceki yaşamım olsaydı, bir Rum köyünde ya da adada, ya balıkçıydım, ya bir buzuki sanatçısı ya da bir tamburcu! Rumca benim en yakın olduğum dil! En yakın olduğum müzikler de Rembetikolar! Çocukluğum onların içinde geçti. Ben İstanbulluyum, ailem Bebek’te, Arnavutköy’de, Beşiktaş’ta, Ortaköy’de yaşamış! Yıllarca Rum ailelerle birlikte büyümüşler. Ben onların göç anılarını dinledim. Mübadele döneminde gidişlerini, 6-7 Eylül olaylarını, bütün bunları dinleyerek büyüdüm. Dolayısıyla gitmek konusundaki acılarını çok iyi bilirim.

Ama aynı şekilde, Türkler de oradan gitmek zorunda kalmışlar….
Tabii, bizde de aynı şeyler var, iki taraf da aynı üzüntüleri yaşadı. Bu hikâye, gidenlerin, kalanların ve gelenlerin hikâyesiyse, bu tip bir müzikten daha iyi anlatılabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Tunç Başaran’ın yaptığı filmi sevmemiştim, en büyük eleştirim müziğineydi… Bu benim görüşüm. Müzikleri kendi arşivimden kullandım. Her oyundan sonra, sosyal medyadan en az 4-6 mesaj alıyorum, “Emre Bey, bu müzikleri nereden bulabiliriz?” diye. Dokunuyor çünkü!

Ben bunlara “yanık müzik” diyorum.
İçinde acı var!

Geçen de konuşmuşuzdur, ben bir oyun seyrettiğim zaman, her yönünden bakmak isterim, yazara da, metne de, tabii ki oyunculara da, ama bazen ışık ihmal ediliyor ya da bazen dekor, müzik ciddiye alınmıyor. Işık da müzik de “Ben buradayım!” demeli.
Ama üste çıkmamalı, tamamlamalı! Eşim de müzisyen olduğu için Senfoni Orkestrası’nda, müzikle düşünmeyi seviyorum. Dünyanın en evrensel sanatlarının başında gelir! Müzik sınır tanımaz! Ayrılıktan söz eden hem Türkçe hem Rumca bu müzikler, oyunun atmosferine ve temasına da uygun! Müziğini bulduğunuz zaman, oyunun ruhunu buluyorsunuz. Gönül isterdi ki özgün bir müzik yapalım!

Söyleşinin sonuna yaklaşıyoruz. Böyle büyük bir başarıdan sonra, gelecek baharda nasıl bir gençlik sahnesi hayal edersin?
Şimdi hayalleri gerçekleştirme zamanı! Artık Gençlik Sahnesi’nin kendi sahnesi var! Turgut Özakman Sahnesi bize tahsis edildi. Küçük gösteriler yapabilmeli! Tek perdelik olabilir, 20 dakikalık özel gösterimler olabilir, şiir olabilir, anlatı olabilir, tabii ki hocaların denetiminde… Seyirciyle buluşma zaman geldi, diye düşünüyorum. Eğer bunu başarabilirsek, Gençlik Sahnesi Türkiye’in en önemli Gençlik Tiyatrosu olur. Eskişehir Şehir Tiyatrosu da çok önemli bir işe imza atmış olur! Bu nedenle 5nci yıl çok önemli bir yıl olacak! Zaten Belediye başkanımız Yılmaz Büyükerşen’in de bu oyunu izleyerek gençlere moral vermesi, Gençlik Sahnesi’ne verilen önemi göstermekte!

Söyleşinin sonuna geldik sayılır! Son olarak Gençlik Sahnesi hakkında eklemek istediğin bir şeyler var mı? Hem daha önce kursu tamamlayanlara, hem de önümüzdeki dönem katılmak isteyen tiyatrosever gençlere ne gibi önerilerin olabilir?
Gençlik Sahnesi, her geçen gün çemberini büyüten, çok yüksek potansiyelli bir aileye dönüştü. Bu aidiyet hissi potansiyelini eğer kinetiğe, yani üretime dönüştürmezseniz, büyük bir anlamı olmaz. Nostaljik olarak kalır! Seneye gelecek olanlara söyleyeceğim şu: Hazırlanıp donanımlı gelsinler, orda çok güzel bir aile var! Gelişmeye açık gençler olması gerekiyor. Gidenlerin de nostaljik bakmayıp ellerini taşın altına koymalarını beklerim. Gençlik Sahnesi’nde hoca olmak için hazırlıklara başlamalılar. Çeşitli şehirlerde ve konservatuarlarda, önerilerde, üretimde bulunmaları lazım. Gidenlerin sorumluluğu artık çok büyük! Gelecek sene yazım ekibi kuruyoruz, metin oluşturmak için…. İçlerinde kalemi çok kuvvetli çocuklar var, bunu üretime yönlendirmemiz lazım. Belki üretimlerini başka şehirlere gönderecekler. Kısacası hayallerimiz gerçekleşiyor ama sorumluluğumuz da artıyor!

Çok teşekkür ederim, Emre, bu samimi, içten söyleşi için!
“Gençlik Sahnesi” desinler bana, saatlerce konuşurum! Ben teşekkür ederim!

[1]Oyuncu-Yazar-Yönetmen: Emre Basalak”, Sahne, Sayı 76, Eylül-Ekim 2016, s. 60-69.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku