“Evin Kokusu”: Sizin Eviniz Ne Kokuyor?

Pınar Erol

Bütün kokular güzel değil henüz. Ve herkes çok da iyi değil aslında. Hayatınızın zorlu bir dönemecindesiniz mesela. Bir dirhem huzurun peşindesiniz. Belki ona bile mecaliniz yok. Gözlerinizi kapatın. Sizi sakinleştireceğine inandığınız bir yer düşleyin. Evinizi aklınıza getirin. Böyle zamanlarda cenin gibi kıvrıldığım bir anne kucağı hayal ederim ben. Tuhaf değil mi? Çoğu zaman kendi evim gelmez aklıma. İlla annemin yanı. Hatta anneannemin evinde bulurum kendimi. O görmüş geçirmiş elleriyle, yüzümü okşayışını hayal ederim. Kuzinenin üzerinde sürekli bir şeyler pişer. Isındıkça damlayan yemek sularının o “cıss” sesi sizin de kulağınıza geldi mi? Bereketin kokusu dolar eve. Bir de yanında getirdiği belli belirsiz çiçek kokusuyla tertemiz rüzgar kokusu. Nasıl iç açıyor değil mi?

Bayılmışım. O gamsız çocukluk günlerimden gelen kurabiyesi kokusuyla uyandım. Hastanedeyim. İşin aslı yanımızda bir fırın varmış. Olsun, ben onu anne kurabiyesi diye belledim. Anılarımızın yolunu bize kokular bulduruyor ne de olsa.  

Döne döne sahnelenen oyunlara inat insan niye “Evin Kokusu” diye bir oyun yapar? Bunu düşünüyorum. Artık içinde zapt edemediği bir varoluş sorusunu sordurmak için sanırım. “Ben kimim” demenin tüm muhataplarını bulmak için. Üzerimize karabasan gibi çöken ezberlerin, sarsılmaz gibi görünen yargıların altında ezilmemek için. İçindeki gardiyanın sesini susturabilmek çok zordur. Ama insan bunu bir kere başarmaya görsün, işte o zaman kendi sesini duymanın o güzelim merakı başlar. Sanırım o merakı yaymak için de yazar insan. Bana karışma, kıyafetime karışma, gülüşüme karışma demenin sanatsal telaffuzu budur çünkü. Ah o başkaldırmanın güzelliği! Bu, gülüp geçmenin eş anlamlısıdır. Kimsenin dikkatini çekmeyen bir kokuyu hatırlatmak, ona duyarlı olmak, unutmanın önünde bellek olur. Bunun güzelliği işte anlatmaya değer. 

Evlerimizin tarifinin yeniden yapıldığı bugünlerde kendi hapishanemizi yaratmak da, orada yaşam kurmak da bizim elimizde. Seçim bizim. Uyandığımız her güne sevinmeyelim mi? Kolonya kokusuna tarçın, vanilya ve yuva kokusunu da eklemeyelim mi?

Önce bu üç kadının birbirini bulma ve birbirine inanma hikayesini dinleyelim mi?

Sıla Erkan: Biz daha önce Nagihan (Gürkan) ile “Stüdyo Oyuncuları”nda “Play”de beraber oynamıştık. Oradan tanışıyoruz. Oyun bittikten bir süre sonra, farklı tiyatrolarda karşılaşmaya başladık. Bu arada “Apartman Sahne” açıldı ve devam ediyor. Ben de sahnede bol bol oynayabileceğim bir oyun arıyorum. Bir başka arkadaşımızın oyunu seyrettikten sonra çıkışta Nagihan’a bundan bahsettim. Böyle bir şey yapalım mı diye sordum. O da tamam yapalım ama elinde bir şey var mı diye sordu. Hayır, yok dedim. Sağ olsun elinde şahane bir şeyle geldi ve ben onu çalışmaya başladım. Biraz anlamaya çabaladım. Sonrasında bambaşka bir metin ortaya çıktı tabii. Ayşegül (Tekin) ile daha sonra tanıştım. Oyunun dramaturgisini yapan Ayşegül ile Nagihan ayrıca arkadaşlardı. Ve bu üç kadının bir araya gelmesiyle Nagihan’ın yazıp yönettiği, Ayşegül’ün dramaturgi anlamında müthiş destek verdiği, benim de oynamaya çabaladım bir oyun oldu.

Bence bu, ortaya çıkan şey için alçak gönüllü bir tarif oldu. Oyunu iki kere izlemiş birisi olarak ne kadar dürüst ve samimi bir şey yarattığınıza tanığım.

Ayşegül Tekin: Bence de öyle. Sıla güzel oynamasa, biz ağzımızla kuş tutsak görünmeyecekti yani. Hiçbir şey yapmamışız gibi olacaktı.  

Sıla Erkan: Ama her oyunda gerçekten çabalıyorum. Tabii herhangi bir oyunda da oyun günü, ay nasıl geçecek bugün acaba denir ama bizim oyunun özelliğinden dolayı bu kat kat fazla oluyor. Yani oyunun içinde eylem olarak çabalamaya devam ediyorum.

Size sahnedeki kadınları da eklersek kalabalık bir kadınlar topluluğu var. Tüm bu kadınları temsil etmesi için sahnede tek bir kadın görmemizin sahneleme anlamındaki pratik sebepler anlaşılır ama hepsi içimizde, biz onlardan biriyiz anlamında bütünleyen bir tarafı da var mı? 

Sıla Erkan: Benim açımdan hepsi zaten. Çünkü o kadınların toplamı zaten içinde bulunduğumuz, yaşadığımız dünya içinde, bize tekabül eden bir şey. Bir kadının başka bir yanı. Oyundan örnek vereyim. Adela’nın başka bir yanı varken, Bernarda’nın, Ponsia’nın bambaşka yanları aslında içimizde olan, bize çarpan hal ve durumlar. Bir de ayrıca oyunu anlatan bir kadın var sahnede. Zaten o kadın fark ediyor. O da bendeymiş, o da bendeymiş diye. O çarpışma bana çok yakın.

Edebi eser ile tiyatro metni arasındaki farkı Ayşegül hissettirmiş galiba. 

Ayşegül Tekin: Aslında Nagihan o durumu biraz büyüttü diyebilirim. Yoksa çok da edebi yazmamıştı. Zaten tiyatronun dilini bilen birisi. Sadece bazen, tiyatroda üç kelime ile anlatabileceğimiz bir şeyi yedi kelimeli ile anlatmayı tercih etmeyebiliriz. Ben, seyircinin oyuncunun ağzına oturacak dili duyduğunda, anlam ilişkisini daha iyi kurabileceği noktalara dikkat ettim aslında. Onun dışında benim için tutarlılık önemliydi. Hangi çizgide ilerleyeceğiz? Ne yaptığımızda bu çizginin dışına çıkıyoruz? Ne yaptığımızda anlatmak istediğimiz şeye daha çok yakınlaşıyoruz? Ne zaman uzaklaşıyoruz? Aslında prova sürecinde, hem metinde hem sahnede ana izleği tutma konusunda çaba gösterdim. Bu bizim Nagihan ile beraber çalıştığımız ikinci oyunumuz. Daha önce “Panoptikon”da birlikte oynamıştık. Orada da dişil bir enerji hakimdi. Gerçi orada yönetmen ve asistanlar erkekti ama bir süre sonra o dişil enerji herkesi ele geçirmişti. Burada da o enerjiden söz edebiliriz. O yüzden ben çok rahat çalıştım. Normalde oyuncuyum, dramaturg olarak mutlu olur muyum olmaz mıyım diye kaygıya gerek kalmadı. Herkes üzerine düşeni yaptı. Hiçbir hiyerarşik ilişkinin kurulmadığı bir iş oldu. O bakımdan çok özeldi benim için de. Ben de çok sahiplendim oyunu. 

Senin ilk dramaturgin bu arada.

Ayşegül Tekin: Daha önce yönetmen yardımcısı olarak çalışmıştım. Bazen oynadığım oyunlarda resmi olarak geçmese de, bu konular hakkında konuştuğum, o tarzda yardımcı olduğum olmuştu. Ama bu resmi olarak ilk dramaturgluğum. 

Yazar, yönetmen, dramaturg olarak görev dağılımı yapsanız da üçünüz de oyuncusunuz. Dolayısıyla oyuncuyu anlar, kollar bir tavrınız oldu mu? Yoksa kendi tarafınızdan mı perspektif oluşturdunuz?

Ayşegül Tekin: Orada şöyle güzel bir şey oldu. Hem Nagihan’ın hem Sıla’nın bana güvenmesi çok güzeldi. Sıla da kendini çok açtı. O yüzden ona bir şey söylerken çekinmedim. Çünkü dramaturjinin öyle bir yanı da var. Bir yeri oynarken, altını çok çizersiniz, o sadece reji ve oyunculukla değil, anlam olarak da başka bir yere gidebiliyor. Orası istenilenden fazla anlam kazanabiliyor ya da anlamı yitebiliyor. O anlamda da çok müdahale ettim ama sağ olsunlar çok hazırdırlar.

Nagihan Gürkan: Oyunculuktan geliyor olmak meselesi önemli ama oyunculuk yaparken oyunculuk tarafına, yönetmenlik yaparken o tarafa geçiyor insan ister istemez. Yine de şunu yaptığımı hatırlıyorum. Sahnede bazen çok acı çekiyor oyuncu. Yönetmenin söylediği şeyler, bazen bir dehlize sokuyor insanı ve ne yapacağını bilemez hale geliyor. Oralarda, oyunculuktan geldiğimiz için bence, onu biraz hatırlıyoruz en azından. Onu bir yere sıkıştırdım şu an. Çırpınıyor. Ne yapabilirim diyorsun. Çünkü ben bunu hayatım boyunca yaptığım birçok oyunda o kadar çok yaşamışım ki! Bir yerlere sıkışmışım. Kendi coşkumu kaybetmişim. Onu bulacağım diye çırpınmaya başlamışım falan. O yüzden oyunculuktan geliyor olmak o farkındalığımızı yüksek tutuyor. Ama yine de Sıla’ya sormak lazım tabii.

Sıla Erkan: Yeni bir şey, yeni bir fikir geldiğinde ben mesela tamam diyorum, şimdi onu deneyeceğim. Bu süreçte biraz aptallaşabiliyorum. Her şeyi yapmak istiyorum ama onlar belki de benden bile önce anlıyorlar. Bunun belki imkânsız, belki imkânsıza yakın olduğunu ve beni zorlayabileceğini. Ve ben onlara güvenip tamam o zaman şöyle deneyeyim diyordum. Yani benden bile çok oyuncu tarafını kovaladılar.

Nagihan Gürkan: O yüzden de bu süreci dişil, doğurgan bir süreç olarak tanımlıyorum. Kafanda bir sonuç var ve o sonuca koşalım gibi değildi bizimki.

Sıla Erkan: O dünya, provalar esnasında yaratıldığı için, her birinin fikrine o kadar ihtiyaç var ki. Hatta tam tersi; onlar olmasaydı bu kadarı olmazdı yani.

Nagihan Gürkan: O deneyim de enteresan mesela. Ben İzmir turnesine gidememiştim. Gecenin bir yarısı Sıla’ya telefonda bir şeyler söylüyorum. Sonra da bu saatte acaba ayıp mı diyorum ama tamamen oyuncu farkındalığı ile konuşuyoruz. Ben bir yönetmenle çalışmıştım. Örneğin bunu yapma diyor. Ne yapayım? Bunu yapma. Oyuncu sürekli öyle çalışıyor. Sürekli yapmayı duyuyor. Onu yapma. Yapma… Yapma… Sonra yapamamaya başlıyorsunuz. Oyuncunun dilini bilmek gerçekten çok önemli.

Ayşegül Tekin: O dediğin gerçekten çok tehlikeli bir şey çünkü yapman gereken şeyden ziyade sadece yapmaman gereken şeylere yoğunlaşıyorsun. Bu, oyuncuyu çok kötü bir yere götürüyor. Amacını kaybediyorsun yani.

Neden “Bernarda Alba’nın Evi” peki? Oyunda kadınlara yönelik bir baskı görüyoruz. Ve bu baskı arkasına tüm toplumsal ve eril baskıları da alan başa bir kadından geliyor. Bununla birlikte, orijinal oyunda olan ama bizim görmemize gerek olmayan iktidar baskısı ise hep ensemizde. 

Nagihan Gürkan: Ben 2010’da “Stüdyo Oyuncuları”nda iken “Bernarda Alba”yı biraz müzikalitesi de olan yarım saatlik soyut bir tasarım olarak çalışmıştım. “Sıla, elimde böyle bir şey var. Ona bir bakmak ister misin” dedim ve gönderdim. Sıla da sevdi. Bernarda kötüdür; Adela iyidir gibi bir yerden hiç bakmadım. Hiçbir metne de öyle yaklaşmak istemiyorum. Bunu hep söylüyorum. Zaten öyle yaptığımız zaman Bernarda’laşıyoruz. Ben Bernarda’yı da içeriye alan, çünkü öyle bir tarafımız da var, ona da bakan bir şey istedim. Yoksa Bernarda Alba’yı dışarı çıkarsaydık, hayatımız çok kolay olurdu. Bütün Bernarda’ları bir yere kapatırdık ve dünya çok güzel olurdu. Öyle bir şey yok. Sonra oturup konuşunca, şunu fark ettik. Niye o zamanlar böyleydi. Onlar böyle baskılar yaşıyordu demek yerine şu an ne oluyor, başımıza ne geliyor demeyelim? Örneğin bizim oyunumuzda sağlıklı beslenmek, güzel olmak vesaireden de bahsediliyor. Çok özgürüm dediğimiz noktada bile, yani bir özgürlük tanımının içinde bile, o kadar çok kalıplar var ki. Çok garip bir yere doğru evrildi dünya. Birileri kafamıza vurmuyor; gerek olmuyor çünkü içeriden o sürekli çalışıyor. Sürekli şöyle yapmalıyım, böyle yapmalıyım diyoruz. Öyle diye diye, doğruyu yanlışı ayıramamaya; bir düşünce bize mi ait yoksa bir yerden edindiğimiz düşünce üzerine mi hayat kuruyoruz; bunları ayıramamaya başladık. Zorlaştı. Yani onlar şöyledir; biz böyleyiz diyemiyoruz. Hakikaten kalbimin böyle atmasının sebebi ben miyim yoksa bunu öğrendiğim için mi kalbim böyle atıyor? Onların hiçbiri doğrudur ya da yanlıştır diyemiyoruz. Mesela bir toprak alsak, şehri bıraksak gitsek falan, bunlar hep çok güzel duyulsa da niye biz hep benzer şeyleri tekrar ediyoruz? Bütün bunları düşününce, dedik ki… Bir dakika! Biz aslında “Bernarda Alba”nın metnini oynamak istemiyoruz. O mesele bugün neye karşılık geliyor, biz onu oynamak istiyoruz deyip böyle bölümler yazmaya başladık. Başta bambaşka bir metindi. Başta Sıla bir başkasıyla konuşuyor gibiydi. Ben bunu seyirciye açmak istedim. “Ya Sıla, biz kendimizi kandırıyoruz. Ben seni seyirciyle konuşturmak istiyorum.” Niye araya bir duvar çekip bir başkasıyla konuşuyormuşçasına bir şey kuruyoruz derken böyle bir oyuna evrildi.

İzlediğimiz ev ne kokuyor?

Sıla Erkan: Bir oyun çıkışında, arkadaşlarımızla konuşuyorduk, gerçekten de her evin bir kokusu var mı diye. Bizim komşumuz Gülizar teyzenin evi şöyle kokuyordu. Babaannemin evi böyle kokuyordu… O benim için öyküsel kısmı. Ve ben gerçekten salonu kokladıktan sonra o sözü söylemeye gayret ediyorum. Orada bir şey açılıyor zaten. Boya mı kokuyor? Sunta mı kokuyor? Seyirciler mi kokuyor? Soluğu mu kokuyor? Parfüm mü kokuyor? Ben onu oradan çıkarmaya çalışıyorum.

İki zamanlı ilerliyor oyun. Bir yandan da “Bernarda Alba’nın Evi”ni canlandırıyorsun. Bir yandan da şimdiki zamanın anlatıcısısın. “Sandalyedeysem kızların konuştuğuna inanmanızı istiyorum” diyorsun örneğin. Ve bu aramızda direkt bir ilişki kuruyor. Karışık olan oyunu basitleştirmek için uğraşman sanki bize de oyunlardan, anlamamaktan korkmayın diyor. Yoksa aksine anlamalısınız mı diyor?

Sıla Erkan: O cümlenin ilk amacı olmayabilir ama ben o tedirginliklerinin rahatlamaya dönüştüğünü hissediyorum. Kadın anlatamıyor ya bir türlü. O kalıba koyuyor, o çekmeceden çıkarıyor. Yok dur, önce şunları anlatayım, ya da olmaz önce bu tarafını anlatayım diyor ya. Aslında karışık değil ama benim kafam karışık şimdi toparlayacağım diyor ya.

Nagihan Gürkan: Aslında kadın biraz yanlış anlaşılmaktan korkuyor. Biz öyle bir yere oturttuk. Bu hepimizin korkusu artık. 

Ayşegül Tekin: Ya da onaylanmak istiyor. Görülmek istiyor ama bir yandan da görülmekten kaçıyor. İşte bu çelişki önemli. Hem Bernarda Alba’nın evindeki de çelişki. Şu an bizim yaşadığımız da çelişki. Bir yandan var olmak için, buradayız demek için, görünmek istiyoruz; bir yandan da o kadar da görünmek istemiyoruz. O sorumluluğu almak istemiyoruz. Ayrıca o zaman, herkes bizim ne düşündüğümüz, ne yaptığımız hakkında bir fikir edinebilir gibi katman katman şey giriyor devreye.

Nagihan Gürkan: Bu seyirci meselesi önemli bence. Ben master tezimde “Sahnenin Seyircide Açtığı Alan Sorunsalı” başlığıyla bunu çalıştım. Ne yapabilir sahne? Sahnede birçok şey denedik ya. Seyirciye yakın olalım. Yok, biraz uzak olalım. Biraz seyirciye dokunalım… Yani sürekli bir seyirciyi harekete geçirme meselesi. Ben “Özgürleşen Seyirci”de, bu ezberle başlamanın, seyirci edilgendir; biz onu etken hale getirmeliyiz inadının, ne kadar kibirli bir şey olduğunu ilk bölümde anlatıyor. A bir dakika, temelde yanlış bir yerdeyiz. Seyirciyi sahnede konumlandırdığımız yerde de üstten, kibirli bir yerden bir şey kurmuş oluyoruz. İstediğimiz kadar aynı zeminde oynayalım, hiç önemli değil. O zaman, seyirci ile kurduğumuz ilişkinin dürüstlüğü nereden gelecek? Sahnedeki oyuncuların dürüstlüğünden! Sahnedeki oyuncunun yaşadığı dönüşüme tanıklık edecek kişi seyirci. Ve ona yapabileceğimiz tek şey, o dönüşüme seyirciyi davet etmek. Oyunda o açıklığın peşinde koşmanın sebebi biraz oydu. Bak buna inan, şimdi bunu anla, buraya koşalım, bu duyguyu gidelim birlikte değil. O anda ne oluşuyor? Oyunun duygusu başka oluyor. Çünkü Sıla için de bu söz konusu. Oyundan sonra önemli olan tek bir şey var: Anda mıydım? Buna tik attıysa bizim için tamam demektir. Bizim oyunumuz çalıştı demektir. 

Nagihan, “Stüdyo Oyuncuları”nda atölyesine katıldığın “Oyun Kavramı ve Oyuncunun Performansında Dürüstlük” sana şiar olmuş. Ve bence Sıla’yı yönetirken sımsıkı bunu tutmuşsun. Sıla’nın seyirciyle olan iletişimi dürüst. Elbette doğaçlama oyunculuğunun artısı da söz konusu. Sessiz sinema bölümünde tatlı tatlı flört ediyor seyirciyle. Oyun içinde böyle performatif bölümler var. Oyun seyirciyi davet ediyor. İnteraktif yerlerde birlikte ilerleniyor. Seyircinin de sözü var oyunda. 

Sıla Erkan: Ayşegül’ün dediği gibi, sahnedeki kişi tabii ki görünmek ister. Adela’nın lafı gibi söyleyelim. Görünmek istiyor. Aynı zamanda onaylanmak da istiyor. O yüzden ben de seyirciye bir şey göstermek değil de; onu davet etmek üzerine çalışıyorum doğrusu. Bu iyi oyunlarda çok iyi okunuyor gibime geliyor. Gerçekten aynı anda mıyız? Gerçekten sessiz sinema mı oynayacak bizimle dediklerini hissediyorum. Seyirciyi görebiliyorum ve o dengeyi başarabildiğim zaman, oyun içinde bunu görüyorum. Ellerinden tutup hadi gelin ya, şunu şöyle yapalım diyebildiğim zamanlar benim için daha özel oluyor mesela.

Nagihan Gürkan: Oyun alanına davet ediyorsun aslında.

Seyirci oyun süresince kedini çok tatlı hissediyor. Dolayısıyla oyundan sonra o duyguyu sürdürmeyi ve orada kalmayı isteyebilir. Bitmesin diyebilir.

Sıla Erkan: Giden de oluyor, kalan da oluyor. Çok sohbet ettiğimiz seyircilerimiz oldu.

Nagihan Gürkan: Bitmeseydi keşke hissiyle kalanlar çok oluyor.

Çünkü seyirciyle yaşanan etkileşim burada neredeyse yön verici. Bu oyunun, seyirci olmanın güzelliğini gösteren bir yanı var. 

Ayşegül Tekin: Normalde seyirciler oyuncu ve oyun için bir şeyler söyler ya. Burada seyircilerle beraber oynadığı için oyun sonrasında, Sıla şöyle şeyler söylüyor. “Ay o çok güzel izledi. Çok tatlıydı. Çok güzel baktı…” Yani o da seyirciyi değerlendiriyor.

Nagihan Erkan: Yani gerçekten seyirciyle karşılıklı flörtleşiyorlar.

Sıla Erkan: Ve bir daha başıma gelecek mi bu tiyatro sahnesinde bilmiyorum yani. O yüzden bu oyun çok özel. Elbette ki bir rol kişisi var ve oyunu oradan oynayacak. Benim vazifem o ama seyirci öyle bir tepki verebilir ki, yüz ifadesi öyle bir değişebilir ki… Anlamadığı, merak ettiği yerler olabilir. Ben onu okuyabildiğim için seyircide, akabinde gelecek replik oradan geliyor. 

Nagihan Gürkan: Bir de oyunu pozitif anlamda ele geçirdiği için ben ona korkma diyorum. Bir yerde seyirciyi almak istiyor. Bir ilişki kuruyor ama seyirci gelmiyorsa, o gelmemeye de kendini maruz bırak. Almak için, o ilişkiyi kurmak için çabalama. Hadi bakalım riskli bir alan başladı. Kalbini aç, açık bırak, gelsin ne getiriyorsa o sana. Şimdi sanki “es”ine sesine karışıyormuşum gibi olacak ama o çerçevede çalıştık gerçekten. O çerçevenin içinde özgürleşmesi daha kolay olurmuş gibi hissettim ben. Artık nerede duracağını bildiğim için, tamam, şu an başıma bu geliyor, -oyunun nereye gideceğini zaten biliyor- ve başına geleni de alıp onunla ilerlemek gibi bir noktaya geldi oynadıkça.

Sıla Erkan: Ben sunuculuk ve doğaçlama tiyatrodan da geldiğim için diğerine daha alışığım. Doğaçlamanın en önemli kurallarından biridir. Kabul et. Reddetme ki hikaye ilerlesin. Seyirciden ne geleceğini dair kabul, MC’lik yaparken de beni çok geliştirdi. Tamam, beden dilim gelişmişti, reflekslerim iyiydi, herkes kadar iyi sunuculuk yapabiliyordum ama orada da bir şimdiki zaman var. Herkes gerçekten bende mi? Değil mi? Değillerse başka bir formülle gelebilir miyim? Nagihan beni doğaçlamada seyredince, a tamam, bunu yapabiliyorsun, böyle bir sahneleme yapayım gibi bir fikir de oluştu. Ve şimdi bu oyunu çalışmak öbür tarafı da besliyor.

Nagihan Gürkan: Biçim o kadar belirleyici ki. Oyuncu olarak zaten çok “an”ın dışına çıkmıyorsun. Bazen doğaçlamada, birilerine bir şey anlatırken kafamızdaki seyirciyle konuşmaya başlıyoruz. Kafamızda bir seyirci var ve biz onunla ilişkilenmeye başlıyoruz. Orada, seyirciye açılma meselesinde de, bir katman daha gelmiş oluyor üstüne. Tamam, sen seyirciye açılıyorsun ama hala kafandaki seyirciyle mi ilişkileniyorsun? Yoksa gerçekten, o karşındaki gözü görüyor musun? Gerçekten oradaki sesi, sessizliği dinliyor musun? Ne yapıyorsun seyirciye baktığında? Ben artık başka türlü bir oyun çalışmayacağım galiba. Çünkü boşluğa bakan oyuncuyu izlemeye dayanamıyorum. 

Sıla Erkan: Tiyatro, insana yapılır durumun altını çiziyoruz bu oyunla.

Başkaları ne der diye yaşanamayan hayatlara hayıflanalım mı? 

Ayşegül Tekin: Tam da burada şunu söyleyebiliriz işte. Böyle yaşayan insanlar hayatı ıskalıyor gibi bir yerden değil de; biz hayatını nasıl ıskalıyoruz? Öyle uzak bir açı ile bakmak istemedik. Sanki biz hiç hayatı ıskalamıyormuşuz gibi. Gerçekten bir olup neden hayatı ıskalıyoruz? İçimizdeki o gardiyan nasıl ortaya çıkıyor? Nasıl kendi hapishanemizi yaratıyoruz? Her birimiz için bu süreç nasıl işliyor? Meseleye biraz buradan bakmaya çalıştık.

Evlerimiz hapishanelerimiz oluyor. O sımsıkı kapanan kapılar dışardan geleceklere de, içerden çıkmak isteyenlere de geçit vermiyor. 

Ayşegül Tekin: Bir yandan da evin kokusu; çocukluğumuz, ilk gençliğimiz, hayallerimiz, anılarımız, fotoğraflarımız. Öyle bir tarafı da var tabii ki. 

Ama Adale’nin dışarı çıkmak istemesi ve “alışmayacağım işte” demesi gün ışığı sızdırıyor. Öyle zamanlarda “bir yansıma gibi gökkuşağı doluyor”. 

Nagihan Gürkan: Aslında enterasan katmanlar. Evin kokusunu sordun ya. Mesela benim için evi kokusu babaannemin komşusundaki kek kokusudur. Çocukluğum boyunca o evde kek yemedim ve hep şunu düşündüm. Neden bana kek vermiyorlar? Ben çocuğum sonuçta. Muhtemelen o evde kek pişmiyordu ve o muhtemelen sobanın ya da başka bir şeyin kokusuydu. İşin biraz çocuksu tarafı da var. Bu hayatı ıskalamak falan, büyüdükçe başımıza gelen şeyler. Egolarımız, sırlarımız, mutsuz olmamıza rağmen sürdürdüğümüz hayatlar. Belki o çocuksu tarafı bir tık hatırlamak ve oraya koşmak… Bizim oyundaki kadın için hayatı ıskalamıştır demiyorum ben. Daha önce yapılan söyleşide şöyle bir soru gelmişti bize. Ne öneriyorsunuz? Bir şey önermiyoruz size. Bir şey önermeyeceğiz. Bu kadın size bir kurtuluş önerisinde bulunmayacak. Bulunmuyor! Ama bir takım seyirci onu da bekliyor bizden. Biz gerçekten başka bir dil kurmak istiyoruz. O kurtuluş, mücadele dili bana biraz eril geliyor. Özgürleşme, kahramanlaşma falan… Lütfen kadın hikayelerini erkekle anlatmayın artık! Biz ağlamıyoruz, dövünmüyoruz. Biz sadece bu değiliz. Hayatta bambaşkayız. Anlamadığımız bir sürü şey var. Bence bizim oyunda, kadının oyunu kesip, bir dakika, ben başka bir şey anlatacağım deyip en sonunda bize, kendi hikayesini açması yeterli. Bir dakika, bu saçmalıklar durabilir mi? Aslında böyle davranmak zorunda değilim. Böyle yaşamak zorunda değilim. Bunu hedeflemek zorunda değilim. Ben başka biriyim aslında deyip oradan sıyrılabilsek. Kadın, bu oyunu kötü oynamayayım çabasıyla ama gitgide kendi hikayesine yaklaşıyor. Kaçmaya çalıştıkça yaklaşıyor.

Sıla Erkan: “Bernarda Alba’nın Evi”ni değil ama gitgide kendi oyununu yazıp oynamış gibi oluyor sahnede.

Nagihan Gürkan: Erkek hikayesi olsa bir varoluş hikayesi olacakken; kadın hikayesi olunca “kadının özgürlüğü nerede” diye sorarak beni hala bu eril dünyaya davet ediyor. Buradan kadına bakıyor ve kadının özgürleşmesi gerektiğini düşünüyor.

Ayşegül Tekin: Mesela özgür bir kadının anlatıldığı filmde her şey idealize ediliyor. Özgür fikirli ise, kendi ayakları üzerinde duruyorsa çok idealize bir şey görüyoruz karşımızda. Hiç o kadının çelişkilerini, kusurlarını görmüyoruz.

Çünkü sıfır noktasına eşit biçimde gelemiyoruz kadın ve erkek olarak. Erkekler oyunda figüran. Eril bir dil üzerinden anlatmamak tercih meselesi. Erkeği kötüleyerek, üzerine basıp yükselerek kadına paye veren bir dili yok. Birinin iyi olması için diğerinin kötü olması gerekmiyor.

Nagihan Gürkan: Onu referans almamak istedik gerçekten. Erkek dünyasını referans alıp davranmaya başladığımızda ona benzemeye başlıyoruz. O yüzden, oralara hiç girmeden, başka bir dil kurabilir miyiz konusu ile bayağı ilgilendik. E bu kadının dönüşümü, kurtuluşu nedir diye soruyorlar. Bu kadının kurtuluşu bu soruda. O artık seninle ilgili bir şey.

Ayşegül Tekin: Bu aslında biriyle dertleşmek gibi bir şey. Siz sadece derdinizi anlatmak istersiniz ama karşınızdaki illa bir çözüm önermesi gerektiğini düşünür. Akıl vermek zorunda olduğunu zanneder. Bazen insanın ona senin aklın sana fazla mı geliyor diye sorası geliyor. Hani biz de tiyatrocu olarak, diğer insanlardan çok mu fazla aştık ki, onlara sürekli biz size şunu öneriyoruz diyelim, kendimizi öyle bir yerde konumlandıralım. O yüzden bu biraz kibirli bir tavır. Özellikle bundan kaçındık. 

Sıla Erkan: İlacını soran seyirci de edilgen bir yerde oluyor ve gerçekten cevabını bekliyor. Peki, ben ne yapayım diyor. E bu zaten vardı. Bu yeni bir şey değil. Sana zaten böyle bir yerde yaşıyoruz diyoruz ya. Oyun bir kurtuluş önermiyor olabilir ama bu bir söz söyleyemiyor demek değil.

Nagihan Gürkan: O biraz lineer bir beklenti sanki. Bu oldu, bu oldu, bu oldu. Şimdi ne olacak sorusu. Girift olan şeyi tutmak istedik. O karmaşanın içinde bir şey var aslında. O kadın da, anlattığı o karmaşanın içinde bir dünya kuruluyor. Biz işte o dünyayı kurmanın peşinden koştuk.

Sıla Erkan: Performatif açıdan o dünyayı kurmak. O hep bildiğimiz kahramanın yolculuğu hikayesi -düğüm-serim-çözüm- olayını bu öyküde değil de; performansın kendisinde yaratmaya yönelik çalıştığımızı söyleyebilirim. Ben bir iyice açayım kendimi, olay buydu deyip göndermek istedik.

Oyunda bir de hayat puanı var. Sağlıklı, iyi yaşamak elbette doğru ama yaptırım gücüyle terörize ediyor. Üsteledikçe sevimsiz olmaya başlıyor.

Nagihan Gürkan: Ben buna Batı çıkarcılığı diyorum. Mesela herkes mükemmel olmak için yoga yapıyor ya; kendi toprağının izini sürdüğümüzde, insanlar yogayı mükemmel olmak için yapmıyor; bir yaşam tarzı olarak yapıyor. Omurgalarım daha açıldı, artık daha sakinim, mental olarak da meditasyon yaptığım için hayatımdaki kapılar açıldı falan… Yani sürekli bir şey peşindeyiz. Birçok süreç kendi doğalında yaşanmıyor. Tabii ki sağlıklı beslenelim ama bu bizim yaşam biçimimiz olsun. Biri gelip balta ile patates yiyen elimi kesecekmiş gibi geliyor.

Sıla Erkan: Çayıma şeker atamaz oldum. Ne yapayım arada canım istiyor.

Kadının sesini önce yine kadının kesiyor ama Bernarda’nın kocasının bastonu üzerinden had bildirme durumu var. Yine eril dilin sembolü var.

Nagihan Gürkan: Evet kesinlikle öyle ve o anlamda da Bernarda’yı dışarı atamıyoruz. Bernarda hiçbir ilişkiden, toplumsal bilinçten etkilenmeden kendi varlığı ile gelip öyle bir anne olmadı ki. Babamın evinde de, dedemin evinde de böyle olmuştur demek, onu çok korkak ve kendi de çok baskı altında kalmış bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Ve evet, elinde kocasının bastonu var. Orada tamamen eril bir şeyden bahsediliyor. O erkekliği devam ettiren bir kadın görüyoruz karşımızda.

Ayşegül Tekin: Hatta kadının kadına yaptığı baskının esprisini de yaptık. Martirio ile ilgili esprilerde bizi topa tutarlar mı diye soruyordu Nagihan. Biz de birbirimizi çok kolay eleştirebiliyoruz. Dışsallaştırıp, öteleyebiliyoruz. Kadın kadına da bunu çok kolay yapabiliyor. Biz kendi içimizde de bunu yapabiliyoruz. Ben de Nagihan’ın endişesine karşılık “Ama bu da hayatta yaptığımız bir şey. Bunu da gösterelim. Bence bunu bilinçli yaptığımız, bunu yaparken kendimizin de bu yanıyla dalga geçtiğimiz anlaşılıyor. Sorun olmayacak” dedim. Hiç kimse de bize Martirio’nun suçu ne diye sormadı.

Sıla Erkan: Benim içlerinde en sevdiğim Martirio zaten.

Nagihan Gürkan: Orada Martirio’nun bir lafı var. “Yapmak başka; istemek başka” diye. Oyuncu, hala Martirio’ymuş gibi oyuna devam ederse bunun anlamı başka bir şey. Biz onu orada kırıyoruz. Kadın mı söylüyor, Sıla mı söylüyor, Martirio mu söylüyor belli olmayacak biçimde havada bırakıyoruz. Onu da Martirio’nun ağzından konuştursaydık biraz dışarı itmiş olurduk onu. Ya n’apalım artık o da böyle derdik. 

Ayşegül Tekin: Önsözde de yazdığımız gibi, aslında hepsini  kendi içimizde aradık. Belki bazıları baskın çıkıyor ama hepsi var bizde. Yani öyle bir birlik halinden yola çıkalım istedik. Bernarda da var hepimizin içinde. Bernarda’nın yaptığını başkalarına yapamıyorsa bile kendisine yapıyor; kendimize yapıyoruz. Neler yapıyoruz hem de!

Olanlar dört duvar arasından çıkamaz. Kol kırılır yen içinde kalır. Ne pis bir üstünü kapatma gerekçesi. 

Ayşegül Tekin: Bu da biraz ötelemekten gelen bir şey. O ev dediğimiz şey, aslında çok geniş bir kavram. Dünya da evimiz aslında. Ben ve öteki diye ayırdığınız zaman -ki eril dünya her zaman bunu yapmaya itiyor- işte benim evim ve dışarısı ayrımı başlıyor. O zaman kol kırılsın, yen içinde kalsın gibi bir ikilik yaratılıyor. Bu ikiliğin dışına nasıl çıkabiliriz? Biz onu aradık.

Nagihan Gürkan: Başka türlü görülme meselesi. İşte hep o korkulardan. Kendini bir yere konumlandırırken, başkasını karşıya koyup kendini ona başka türlü göstermeye çalışmak. Bunlar da müthiş baskılar uyguluyor. Hepimizin sıkıştığı yerden bahsediyor kadın aslında. Ben kimim diyor. Bu çok büyük bir soru. Çoğu zaman ben bilmiyorum kim olduğumu. Şu an içimde hissettiğim şeyi bana ailem mi öğretti? Okuldan mı öğrendim? Yoksa içinde bulunduğum bu tiyatro dünyasından mı öğrendim? Yoksa bu benim gerçek hissim mi bilmiyorum çoğu zaman. Sık sık dönüp bakmaya çalışıyorum.

Ayşegül Tekin: Hep kendimizi tanımlamamızı istiyorlar ya bizden. Sınırlarımızı çizip sabit bir şey olup orada kalmamız demek bu. Bazen kendimize de yapıyoruz bunu. Ben böyleyim diyoruz. Nereden biliyorsun? Değişmeyen bir şey misin ki sen?

Nagihan Gürkan: Soruyu da öyle sorduruyoruz Sıla’ya. Senin baktığın yerden kime benziyorum diyor annesine. Çünkü o gözle, oradan bakıp öyle değerlendirmeyi annemiz yapmadıysa bir başkası yapmıştır. Durduğu yerden bana bakıp sen böylesindir diye bir değerlendirmede bulunuyor. Oysa ne olduğumu ben bile bilmiyorum.

Ayşegül Tekin: Bu dünya ona itiyor özellikle. Kategorize etmeye itiyor. Özellikle kadınlarda çok görülüyor. İşte masum kadın, fettan kadın… O dil sürekli yeniden üretildiği için hep ona itiyor.

Nagihan Gürkan: Sanat yapan, tiyatro yapan insanların, buralarda dolanması beni çok şaşırtıyor. Kendimi dışarı atmış olmayayım ama ben hep ilk derste bir ben var benden içeri meselesini söylerim. Hep o yolculuk. Oraya giderken başına ne geleceğini ve içinden ne çıkacağını bilemiyor olmak, oyunculuğun en keyifli yanı. Örneğin şurada bir kavga çıksa, ben şöyle yaparım diyen biri, bir kavga çıktığında dediğinin dışında bir tepki verir. O dışarıdaki bakışı kendimize de yapıyoruz. Diyorum ki ben, sen böyle birisin ve bundan sonra yoluma böyle devam ediyorum. Keşke ama bıraksam o tanımlamayı, yapmasam da; bugün başka bir Nagihan uyanmış olsa. 

Sıla Erkan: Küçüklüğümüzden itibaren bu çok büyük bir baskı. Oyunu çalışırken, anne meselesinde oralara gittim. Hafızamda annemin gözüne girmek vardı. “Kimim ben anne? Oradan bakınca kime benziyorum?” Ben çok çabaladım senin gözünde bir şey olabilmek için ama sende ne bunun karşılığı gibi şahsi tarihim açısından daha anneden gelen bir şey oyundaki.

Kafa karışıklığı yaşamayan bu üç kadını çok sevdim. Sizinle konuştukça konuşasım var ama “İnsanların konuşmadan birbirini anladığı bir dünya hayal ederdim” sözüyle bitirelim derim. 

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku