İyiliğe Kaçıran Oyun: “Bir Garip Orhan Veli”

Aycan Gürlüyer

Nerede bir “36” görsek O’nun öldüğü yaş gelir aklımıza. “Anlatamıyorum”u ergenken ezberler ve şiirlerinin yalınlığındaki büyüyü bir türlü anlatamayız. Orhan Veli deyince herkesin yüreğinden martılar kalkar. Evrenseldir ve fakat bildik evrenlerden değildir.  Edebiyat sevdamızı şiddetlendirmiş bu “yalnız şair”e olan hayranlığımız satırlarında mı gizlidir yoksa onun kadar az ve öz yazamayışımızda mı? Anlayamayız. Belki bir oyun gereklidir bir şairi daha iyi hissedebilmek için, güzel bir oyun. 

Murathan Mungan’ın Orhan Veli’nin şiirlerini bir araya getirerek tablolarla kurguladığı, Murat Sarı’nın yönettiği ve Reha Özcan’ın oynadığı Bir Garip Orhan Veli oyunu bir şairin hayata bakış açısını ve hissiyatını anlatıyor. En baştan söyleyeyim; bu oyun bir “Orhan Veli Kanık hayat hikâyesi” kesinlikle değil. Müşfik Kenter’in yıllarca sahnelediği gibi bir oyun hiç değil. Eğer sahnede bunu görmeyi bekliyorsanız hayal kırıklığına uğrarsınız çünkü oyun tanımadığımız bir şairi, Orhan Veli şiirleriyle anlatıyor, onları birer metafor olarak kullanıp her bir sahnede bizlere yansıtıyor. Peki, bunu yapmaktaki amaç nedir? Bu oyunun bir derdi var! 

Yalın bir anlatımla Orhan Veli’nin hepimizin ezbere bildiği hayat hikâyesini dinleseydik/izleseydik, bu bize güzel bir nostalji katacaktı, o kadar. Sadece bir İstanbul şöleni izleseydik güzel şiirlerle birlikte, duygusal dakikalar geçirip kalkıp gidecektik. Ama öyle olmadı. Sahnedeki şair, devrimci ruhlu; hep yalın ayak, gezgin, hep canlı, hep coşkulu, hep ruhu ayağa kaldırıcı. Çay içen, kedilerle sohbet eden, hayatla dalga geçen, bazen ağlayan, sarhoş olan, birçok kadına âşık, gökyüzüne evini kurmuş bir şair olmanın değil yalnızca, “insan” olmanın nasıl bir coşku ve hüzün yarattığını birlikte veriyor. İşte bunun için oyun çok kıymetli, sanki izole günlerimizde bir başımıza kaldığımızda “insan” olmak üzerine yeniden evrileceğimizi çok önceden tahmin etmiş gibi… Ve afişin üzerinde yazdığı gibi “iyiliğe” kaçırıyor. 

Murat Sarı’nın rejisindeki en sevdiğim şey de bu coşku oldu. Seyircinin karşısına tanımadığı bir şairi çıkarıp, onu çok iyi tanıdığı bir başka şairin dizeleriyle anlattı. Fakat odak nokta bir şair değil, sohbet etmek isteyen samimi bir insan. Peki, bu samimiyet yalnızca şiirle ve şairle mi harmanlanmış? Elbette ki hayır. Sahnede bir de gitar çalan, oyuncuya şarkılarıyla eşlik eden biri var: Nejat Dilimi. Orhan Veli şiirlerindeki yalnızlığı ve melankoliyi ama aynı zamanda da hürriyet aşkını ve yaşamın sonsuz enerjisini bir arada verebilmenin üstesinden ne güzel gelmiş! Reha Özcan’la ne güzel bir birliktelik kurmuş.  

Oyun, onlarca tablodan meydana geliyor ve hep birinde yer alan birden fazla şiir var. Sahne açıldığında dekorda üst üste konulmuş beyaz büyük “tuğlalar” görüyoruz, boşlukları olan. Bunlar üzerine yansıtılmış çeşitli fotoğraflar var, oyuncuya, yazara, İstanbul’a ve Orhan Veli’ye ait. Her tablo değiştikçe bu görüntüler de değişiyor. İşte bu yorucuydu. Oyuncuya mı söylediklerine mi her bir karenin üzerine düşen fotoğraflara ya da videoya mı odaklanalım? Teknik olarak aynı anda hareket eden birden fazla nesneye odaklanmak oldukça zordur. Oyunu okuduğumda da Murathan Mungan’ın tabloların nasıl olacağına dair detayları vermiş olduğunu ve bunun da aynen yerine getirildiğini gördüm. Fakat bunların hepsinin kısa sürelerde olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, kimi zaman geçişlerdeki aniliğin çok keskin ve baş döndürücü olduğunu söylemeliyim. Belki ilerleyen zamanlardaki performanslarda sahnede sadeliğe gidilirse, seyirci oyuncuya daha çok odaklanabilir. Fakat burada duralım: Reha Özcan oynuyor; yüzü ve sesi zaten kendi başına bir sahne olan oyuncu var karşımızda. 

Reha Özcan’ın Performansı: Görkemli Bir Yalnızlık ve Yaşam Coşkusu Bir Arada 

Issızlığın ortasında bir başına kalmış İshakpaşa Sarayı’nı andırır hep Orhan Veli bana, ikisinin de görkemli bir yalnızlığı vardır, ikisinin de kusursuz işçiliği. Ve Reha Özcan’ın da oyunculuktaki kusursuzluğu ince bir işçilikten ve sadelikten geçiyor, tıpkı o saray gibi ya da Orhan Veli’nin kalemindeki yalınlık gibi.  İzlediğim bütün oyunlarında kendini oynadığı kişiye “tamamen” adayan bir yanı var ki bu da samimiyetine hayran bırakıyor izleyeni. Daha önce de söyledim; Reha Özcan “bir şair”i oynuyor, Orhan Veli’yi değil. Her an alıp başını gidecekmiş gibi elinde bavulu, çıplak ayaklı, kot pantolonlu, sıra dışı bir şair kendi yaşamından bize kesitler sunuyor yüksek bir sesle. Şair olmanın zorluğunun insan olmayı kavramaktan geçtiğini vurgular gibi…

Sahne önünde yer alan üç bölmeli bir sehpayı çok etkili kullanıyor. Aslında çok küçük bir detay gibi görünse de benim için bütün hayatının geçtiği yer. Onun üstü yaşam; ayağa kalkıp haykırdığı yer. İçini döktüğü, yükseldiği (o yükselmeleri ne mükemmel yansıttı!), kızdığı bağırdığı ama coşkuyu da sunduğu apayrı bir sahne orası. Nejat Dilimi ile birlikte sırt sırta verip inandığı dizeleri söylediği yer orası. Altındaki bölmeler onun yüreği gibi, sakladıkları, bırakmak istedikleri ya da ortaya çıkardıkları… Buradaki gidiş gelişleri başarıyla gerçekleştirdi Özcan. “Sahne hâkimiyeti” klişesini de kullanmak istemiyorum ama canlandırdığı şaire olan inancın verdiği hâkimiyet, iki perdelik oyunu nefessiz izlememizi sağladı. Sağ olsun! 

 Duru Tiyatro’da izlediğim oyundaki teknik aksaklıklar (ses sistemi özellikle) belki oyunun ritmine biraz gölge düşürdü ama önemli olan oyunun sonundaki birlik ve beraberlik mesajının can bulması. Oyunda emeği geçen herkesin henüz oyun bitmeden sahneye çıkıp şarkılar söyleyerek seyirciyi selamlaması gerçekten çok güzeldi. 

Bir Garip Orhan Veli’yi 4 Mart’ta izledim. Mart ayı neler getirdi bize? Nevruz Bayramı’nı, Dünya Tiyatro Günü’nü, evlere kapanıp yeni bir dünyaya doğru adım atışımızı… Bu yazıyla yolculadığım ay biterken, Nisan’ın yaşam coşkusu getirmesini temenni ediyorum. Ve Reha Özcan’ı o sehpanın üzerinde yalın ayaklarıyla gökyüzüne doğru, iyiliğe doğru koşmamız için elimizden tutup bizi kaçırdığını düşlüyorum, gözlerim kapalı… 

NOT: Bilir misiniz Orhan Veli Kanık Beykozludur. Tam 3,5 yıl ona komşu olarak yaşadım Yalıköy’de. İshakağa Yokuşu Çayır Sokak 9 numaralı evin her sabah ve her akşam önünden geçtiğimde üzerindeki tabelayı okurdum: “Orhan Veli Kanık 13 Nisan 1914’te bu evde doğmuştur”.  Orhan Veli…bu evde…mi…o güzelim şiirlerini…yazmıştır? Tabelada bu sorunun yanıtını arardım da oturup türkü tutturan şaire mekân mı yok! Peki, o çapkın kadınlar burada mı oturuyordu? Genç Orhan bu sokakta yürürken ilham perileri, memurluk, Beykoz, deniz, balıkçılar, martılar hep başına mı üşüşürdü? Yalıköy neden bana da şiirler yazdırmıyor diye düşünürdüm, kedilerin sokağın başında beni beklediği zamanlarda. Ona hep selam verdim, ağlar çekiliyordu dalyanlarında Beykoz’un… 

Siz de yolunuzu düşürün Yalıköy’e, gidin görün Orhan Veli’nin yaşadığı evi, sokağı ve ustaya selam verin! Belki Reha Özcan’la o evin önünde şiirler okuruz. Gelir misiniz dinlemeye? 

Gün Olur

Gün olur alır başımı giderim,

Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda

Şu ada senin, bu ada benim,

Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;

Çiçekler gürültüyle açar;

Gürültüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,

Her bir tüylerinde ayrı telaş!..

Gün olur, başıma kadar mavi;

Gün olur, başıma kadar güneş

Gün olur, deli gibi…

                                   Orhan Veli KANIK 

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku