Kerem Gökçer: “Oyun Metinlerinde ‘Ne’ Yazıldığından Çok ‘Kimin’ Yazdığına Bakılıyor!”

Pınar Çekirge

Yazar Pınar Çekirge’nin, “Dionysos’un Çocukları” söyleşi dizisi kapsamında Kerem Gökçer ile gerçekleştirdiği söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz:

Kerem Gökçer’e “Dionysos’un Çocukları” röportaj dizimizin konuğu olmasını rica ettiğimde, ilk sözü şu olmuştu :

“Herşeyin güllük gülistanlık anlatıldığı, pembe dünyalar çizen söyleşiler oldum olası bana, samimi gelmiyor. İçimden, çoğu zaman hiç mi yanlış giden birşey yok, hiç mi bir kırıklığınız, eleştiriniz yok, diye sorduğum oluyor.”

“Merak etme” dedim, ”konumuz sadece tiyatro. Konumuz oyunculuk, oyun yazarlığı. Konumuz hayat. Konuşacak, anlatacak şey çok. Hatta içini rahatça dökebilirsin. Kısıtlama yok. Sınır yok. Söylemediğini yazacak biri değilim zaten. Kağıdı, defteri de almayacağım elime, not filan da tutmayacağım. Karşılıklı konuşacağız sadece. O kadar!”

Anne Ayşen İnci, baba Mehmet Gökçer ise kader zaten bellidir, öyle değil mi ? Tiyatrodan uzak durmak gibi bir durumunuz, söz konusu bile olamaz. Yolunuz, istikametiniz önceden çizilmiştir:

“Eğer başvurulsaydı, muhtemelen Guinness Rekorlar kitabına girmiş olacaktım. Şöyle ki, anne ve babam Yalın Tolga’nın yönettiği, Nazım Kuşunlu’nun  ‘Baba Evi’ adlı eserinde birlikte oynuyorlar. O zaman anneannemler de İstanbul’da. Bana bakacak kimse yok. Oyunda bir bebek rolü var. Yalın Tolga, ‘Yapma bebek yerine, Kerem’i oynatalım’ demiş. Ve ben, daha dört buçuk aylıkken, annemin kucağında her gece sahneye çıkmışım. Çocukluğum kulislerde, dekorların arasında geçti diyebilirim…” 

Kerem Gökçer

Sahne tozuna bulanmak, tiyatro virüsüyle enfekte olmak bu işte. Peki ya sonra ? 

“Yedi yaşındaydım. Sönmez Atasoy’un yönettiği ‘Godot’u Beklerken’ oyununda Cüneyt Çalışkur ve Ege Aydan ile aynı sahneyi paylaştım.”

Kuşkusuz, aile Kerem’in tiyatroyla olan tutkusuna ne set çekiyor, ne engel oluyor.

“Bana sadece bu mesleğin zorluklarını tek tek anlattılar. Ve hep yanımda olup, destek verdiler…” 

Sonrası mı ? 

1999 yılında Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Anasanat Dalı Oyunculuk Bölümü’nden mezun oldu Kerem Gökçer. Ankara, Konya ve İstanbul Devlet Tiyatrolarında, “Mutlu Son” , “Keşanlı Ali Destanı”, “Savaş Düşlerimi Çaldı”,  “Büyüyünce Ne Olacaksın” , “Atinalı Timon” , “Kaktüs Çiçeği”, “Yedekçi” , “Otopark Cinayetleri”, “Fareler ve İnsanlar”, ” Antigone”, “Gulyabani” adlı oyunlarda sözleşmeli sanatçı olarak rol aldı. Nur Subaşı, Yücel Erten, Zuhrap Sıkharulidze, Kemal Başar, Selçuk Yöntem, Ayşe Emel Mestçi, Kenan Işık, Kazım Akşar gibi yönetmenlerle çalışma fırsatı oldu.

Yazmış olduğu “Çiçeğim Solmasın” adlı çocuk oyunu, 2006-2007 ve 2014-2017 sezonlarında İstanbul Devlet Tiyatrolarında sahnelendi. Aynı oyun Bulgaristan Ragzrad Nazım Hikmet Devlet Tiyatrosu’nda 2006-2008 sezonlarında Türkçe ve Bulgarca olarak oynandı. 

Kerem Gökçer 2015 yılında İstanbul Rotary ve 40. İsmet Küntay ödüllerinde “En İyi Çocuk Oyunu Yazarı” ödülünü aldı. 

“Deli Köyün İncisi” adlı çocuk oyunu 2015 yılında Devlet Tiyatroları Edebi Kurulun’ca kabul edildi. Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde, Tiyatro yüksek lisansını yaparak 2012 yılında master derecesini aldı. 

Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Opera ve Konser Şarkıcılığı Bölümü’nden 2013 yılında mezun oldu. Uzun yıllar Küçükçekmece, Fatih Belediyeleri’nin Kültür Merkezleri’nde tiyatro, drama, diksiyon eğitmenliği yaptı. Şu an İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde kadrolu olan Gökçer İsmek kurslarında eğitmenlik ve zümre başkanlığı görevini sürdürmektedir.

Kerem Gökçer

“Çiçeğim Solmasın”, “Deli Köyün İncisi” adlı çocuk oyunlarıyla büyük başarılara imza atıp, adından söz ettiren Kerem Gökçer, bir başka çocuk oyunuyla yine gündeme geldi.

“Dört Mevsim / Vivaldi’ isimli bir oyun daha yazdım. Elli dakika süren, on iki sahneden oluşan bir oyun. Sahnelerin zamanlamasını konçertonun ritmine bağladım. Vivaldi’nin Venedik’te sakat çocukların barındığı bir yetimhanede müzik öğretmenliği yaptığı dönemi ele aldım bu çalışmamda.”

Vivaldi’nin o rüya, ışık, hüzün serpintili müziğinden yola çıkan bir oyun…

“Ne yazık ki, Devlet Tiyatrosu Edebi Kurulu’ndan, çok olumlu dramaturji raporuna rağmen geçmedi.Elbette üzüldüm. Kırıldım mı, evet. Kırıldım. Oyun Rusça ve İtalyanca’ya çevrildi bu arada.”

Serra Yılmaz giriyor devreye…

“Bana İtalya’da bu teksti iletebileceğim birkaç yönetmenden bahsetti ve onlarla iletişim kurmamı sağladı. İçlerinden biri, epeydir çocuk oyunu yönetmediğini, eseri son derece başarılı bulduğunu belirtip, oyunu sahneye taşıyabilecek bir iki rejisöre göndereceğini, söyledi.”

İyi de, kimsenin tahmin etmediği bir salgınla, Corona ile, neredeyse hayat duruyor bir anda. Perdeler kapanıyor. Işıklar sönüyor. “Dört Mevsim Vivaldi” de beklemeye alınıyor ister istemez…

“Türkiye’de oyun yazarı yetişmiyor deniliyor da, bunun nedenleri, sonuçları irdelenmiyor pek. Örneğin bir oyunun Devlet Tiyatrosu Edebi Kurulu’ndan geçmesi bazen hayli zaman alabiliyor. Yazar, eli kolu bağlı, olumlu ya da olumsuz çıkacak raporu bekliyor bu süreçte. Zaten eserin kuruldan geçmesi, repertuvara alınması da hemen sahneleneceği anlamına gelmiyor.”

“Aslında şöyle izah edeyim, Devlet Tiyatrosu Edebi Kurulu’ndan en erken bir yıl sonra, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’ndan ise üç yılda geliyor netice.”

“Dört adet yetişkin oyunu yazdım. Bunlardan ikisinin Devlet Tiyatrosu serüveninden bahsetmek istiyorum. Biri, ‘Beylerbeyi’nde Bir Yalnız Sultan’, diğeri ise üç kişilik, postmodern bir oyun olan ‘Kafes’.

“Beylerbeyi’nde Bir Yalnız Sultan’, İkinci Abdülhamid’e dair bir oyundu. Ancak şunu özellikle belirtmeliyim ki, kesinlikle bugünkü siyasi iklime uygun olsun diye yazılmış bir oyun değil bu. İlgisi yok.”

“Şöyle anlatayım, çocukluğumdan beri, tarihi çok severim. Bu konuda çok okurum. Hatırlıyorum, dokuz yaşındaydım. Annem, Turan Oflazoğlu’nun ‘Kılıç ve Ney’ adlı oyununda rol almıştı. Oyunun afişinde kullanılan tuğranın Üçüncü Selim’e ait olmadığını söylesem de, bu itirazıma kimse aldırmadı. Taa ki, ünlü bir tarihçi konuyu gündeme getirene kadar.”

“Neyse konuyu dağıtmayayım, oyunu Devlet Tiyatrosu’na teslim ettim. Kadrolu bir dramaturg ‘Son Osmanlı Padişahı  Abdülmamid’ diye başladığı raporunda, (bu notu da çok kez yineleyerek) oyunun sahnelenme açısından uygun olmadığını belirtmiş. Elbette, hevesim kırıldı. Üzüldüm.”

“Postmodern anlayışla yazdığım ‘Kafes’ için ise, iki ayrı dramaturg raporu geldi. Birine göre oyun tarihsel bir dram, öbürüne göreyse, tümüyle sürrealist bir çalışma olarak değerlendirilmiş ve tiyatro repertuvarına kazandırılmasının uygun olacağı belirtilmişti.”

“Dramaturglara, eleştirilere, olumsuz raporlara elbette, saygım var. Asla ‘ben yaptım oldu’ diyenlerden değilim. Ancak , Abdülhamid’i , Sultan Vahdettin’le karıştıran dramaturglardan, postdramatik bir metnin künyesine ‘dram’ yazabilen bir Devlet Tiyatrosu dramaturgu olmasından dolayı başdramaturgluk müessesinin ve edebi kurul oluşumunun iflas ettiğini düşünüyorum. Kuşkusuz, yaşadığım bu olaylar önceki genel müdürler ve edebi kurullar zamanında gerçekleşti. O yüzden de, eserlerimi tekrar değerlendirmeye sunacağım.”

“Telif ödemeleri hayli düştü. Piyes yazmak özendiriciliğini yitirdi. Eserleriyle hayatını sürdürebilen oyun yazarı hemen hiç yok denecek kadar az.”

“Günümüzde tiyatro ile profesyonel ilişkisi bulunmayan çok fazla insan da oyun yazıp, ödenekli tiyatrolara yolladığı için müthiş bir eser yığılması var. O yüzden bir oyun bazen tek dramaturg raporuyla kurula girebiliyor. Yani yazılan bir eserin kaderini tek kişi tayin edebiliyor. Bu noktada omuzlarında çok yük olan ve sayıca az olan dramaturglarımızın özellikle tiyatronun içinden gelen insanların oyunlarını daha dikkatle okumalarını arzu ediyorum. Çünkü biz tiyatronun içinden gelen yazarlar, oyun yazarken kafamızda ki reji önerileri ile ve oyunculuk iç güdüsüyle yazıyoruz. Bu yüzden bazı dramaturgların eserleri okurken bu durumu, bazen es geçtiğini düşünüyorum.”

“Devlet ve Şehir Tiyatroları’nda eserler değerlendirilirken, kurulların, dileyen yazarlarla tıpkı yüksek lisans ve doktora tezlerimizi savunmamız gibi, oyunlar hakkında yüz yüze mülakat yapmalarını isterdim. Dahası teslim edilen eserlerin tamamen objektif değerlendirilebilmesi için, tıpkı yarışmalardaki gibi rumuzla verilmesi daha doğru olurdu. Ama maalesef ülkemizde ‘ne’ yazıldığından çok ‘kimin’ yazdığına daha çok bakılıyor!”

“Çoğu amatör yazarlara açık, örneğin ‘eserin daha önce hiçbir yerde sergilenmemiş’ olması gibi zorunluluklar içeren metin yarışmaları da bizi ileriye götürmekten uzak kalıyor. Belki bu yarışmaların ödenekli tiyatrolarca üstlenilmesi daha doğru olabilir, diye düşünüyorum. Bu konuyu biraz daha açmak istiyorum aslında. Mesela bir oyun yarışma şartnamesinde elli bin daktilo vuruşuna dair bir madde var. Herşeyden önce bunun çok sağlıksız ve absürd bir tiyatro vizyonu olduğunu düşünüyorum. Oyunlarda parantez içleri olabilir, sözsüz oyunlar olabilir, koreografi veya şarkı sözler olabilir ve en önemlisi her eserin kendi oynanma ritmi farklıdır. Bir oyunun başarısını harf sayısı, kelime sayısı ile ölçmek mümkün mü?” 

“Bir başka gözlemim de, yazara hele ki yerli yazara değer verilmemesi.”

“Sadece kendi oynadığım oyunlarda değil,  anne ve babamın Devlet Tiyatroları’na kırk altı yıl oyuncu, rejisör ve idareci olarak hizmet vermelerinden dolayı hayatım kulislerde geçti diyebilirim. Eskiden kulislerde şu, şu oyunlar kötüymüş diye iki, üç eserden bahsedilirdi. Günümüzde ise durum tam tersine döndü. Şu oyunlar çok iyiymiş diye iki, en fazla üç eserden bahsediliyor maalesef…”

“Bozkurt Kuruç’un Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’nden sonra, sahnelenen oyunların kalitesinde, bana göre belirgin bir düşüş başladı. Devlet Tiyatrosu’nun kan kaybını giderebilecek, gereken ivmeyi kazandırabilecek genel müdürler de geldi bu arada ama hiçbiri uzun süre görevde kalamadılar…”

Konuşurken yüzündeki kırgınlığı, öfkeyi ayrımsıyorum ister istemez. Ama yılgın değil. Havlu atacak biri hiç değil. Gözlerindeki gülümseyişi hiç kaybetmeyeceği de belli. Dahası tiyatro onun için üzerine gölge düşmeyecek bir tutku. Hem de yel üfürmeyecek, su götürmeyecek bir tutku bu.

“Bir eğitmen olarak, bugüne kadar yüze yakın genci konservatuvar sınavında kazandırdığımı söylemek isterim. Oynamaktan ve yazmaktan hayat şartları beni çoğu kez alı koydu. Gün oldu haftada altmış saat ders vermek zorunda kaldım.”

“Belki oynadığım ve yazdığım eser sayısı az ama, hiç olmazsa bu kadar insanı Türkiye’nin her yerindeki okullara sokmak benim için bir teselli olmakta.”

Altan Erbulak “kalıcılık yazardadır” der. Ve şöyle devam eder: “Stadivarius’lar bile, Paganini’ler olmazsa, mukavva kemanlar olmaya hatta hiçbir şey olmamaya mahkumdurlar.” Kerem Gökçer ne düşünür bu konuda? 

“Tiyatronun suya yazılan bir yazıya benzetilmesi çok klasik bir söylemdir. Buna büyük ölçüde katılıyorum. O yüzden kalıcılığın önce yazarda sonra rejide olduğuna inanıyorum.” 

Pınar Çekirge

Tiyatro açısından hayatında el izleri olan hocaları kimlerdi?

“Ankara Devlet Konservatuvarında Cüneyt Gökçer, Çetin Tekindor, Ecder Akışık, İstemi Betil, Burak Sergen, Cem Emüler, Laçin Ceylan ve Füsun Balkaya. Ayrıca tiyatro yüksek lisans eğitim döneminde, Prof. Cevat Çapan, Prof. Metin Balay, Prof. Ayşın Candan, Müşfik Kenter, Doç. Fatma Keçeli. Ve Opera şan eğitimi esnasında Yalçın Davran, Rezzan Sökmen, Nuray Çeviker ve dünyaca ünlü İtalyan bariton Licinio Montefusco.

Peki, buğulu bir pencere camına ne yazardı Kerem Gökçer?

“Nasılsa silineceği için sevdiğim bir nesne ya da insanın ismi yazmazdım…”

PINAR ÇEKİRGE

13

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku