“Ölümün Zamanlaması” ve Değişen Üsluplar

Gonca Katman

“Bazıları çok geç ölür, bazıları çok erken. Şu öğreti yabancıdır hala: “Zamanında öl! Zamanında öl! Bunun öğretir Zerdüşt” (1)

Silke Bartlick, “Tek Başına Ölüm, Tek Başına Matem” (2) isimli yazısında yalnız ölmenin ya da en acı günleri dört duvar arasında, bir başına geçirmek zorunda kalmanın ‘ölüm’ algımızda yaratacağı değişikliğe vurgu yapıyor. Hiç beklenmeyen bir zamanda, acı içinde ve sevdiklerinden ayrı yaşanan ölüm ve ruhun derinliklerine itilmiş acılar nedeniyle, yalnızca kültürel bir olgu olarak gördüğümüz ölümün hayatımızda, salgından sonra, farklı bir yere konumlanacağını anlatıyor. 

Yazıdaki ölüm ve yasa yönelik mesele ile ‘kendini bilerek ölmekten, bizim ve diğerlerinin bu farkındalığının, kişinin yaşam tarzında yaptığı sosyolojik değişikliklerden’ bahseden Allan Kellehear’ın ‘Ölümün Toplumsal Tarihi’ adlı kitabı arasında bağ kurmak mümkün. Kellehear, taş devrinden Kozmopolit Çağ’a, ölüm biçimleri ve ölüme karşı toplumsal algıyı incelediği kitabında, yaşadığımız çağda ölümü zamanlama zorluğunun çok önemli bir noktaya gelmiş olduğunu savunur.

Ölümü zamanlamak, “…kişinin ölümünü genel olarak yaşam süreci içerisinde belirli bir zamana oturtabilme zorluğudur.” (3) Çağımızda insanların arzusu“…içinde yaşadıkları toplumun desteğiyle, ölümü öngörerek ve onun için hazırlanarak, şifacıların verdiği tesellilerle ve doğru zamanda ölmektir.” (4) Ölüm sürecine dair pek çok araştırma ve gözlem yapmış olan Kellehear’a göre Kozmopolit Çağ’da ölüm zamanlamasına dair esas sorun, -toplumsal, politik ve tıbbi bakımdan- ölüm sürecinin yönetimi ve bu süreci ele geçirme çabasının insanları doğru ve iyi bir ölüm beklentisine yönlendirmesidir. Toplumun ölüm algısına dair meselede önemli olan“…siyaset ve medyanın ilgisinin iyi yönetilmiş yaşamın bir parçası olan iyi yönetilmiş ölüme çekildiğidir.” (5)  Ölümün tıbbi gelişmelerle ertelenmesi, bir dereceye kadar kontrol altına alınıyor olması, ölüm beklentisinin biyografik zamandan ertelenmesine yol açmaktadır. 

Bartlick’in belirttiği algı değişiminin kökeninde belki de bu beklenti yatıyor. Yakın bir zaman öncesine kadar ölüm, planlanabilen, hesaplanabilen, denetim altına alınabilen ve günlük yaşamdan bir o kadar ötelenmiş bir gerçeklikti. Ölümümüzü ve biyolojik takvimimizin planını özenle oluşturmuşken Koronavirüs, bu beklentiyi, aniden ve temelden sarstı.

Devamında hükümetler ölümü yönetebilmek için baskın ve acele adımlar atmaya yöneldiler ve bu yönelim çeşitli bölgelerde salgının bulaşıcılığını azaltmak konusunda yararlı olduysa da, Koronavirüsün ölüm sürecine verdiği hasarı azaltmadı; üstelik ölüme dair beklenti ve algısı parçalanmış olan toplum, istatistiki veriler vermekle ve bu verileri analiz etmekle yetinen açıklamalarla yeni bir travma yaşadı. Salgının bilimsel gerçekliği yaşamımıza her alanda sızarken duygular, acılar, tedirginlikler, özlem ve keder bir süreliğine rafa kalkmış görünüyor. Tüm dünyada böyle. 

Covid-19’un yaratacağı öngörülen değişim ise, ilk olarak halk ve otorite arasındaki iletişime, üsluba yansıdı. Salgın, ölüme dair algımızı da ele geçirerek hızlı bir akış içinde sunulan bilimsel veriler yığını arasında, ölüme karşı çaresizliğimizden beslenen bir tedirginlikle bizi baş başa bıraktı. Bu tedirginlik hiç şüphesiz, ölüm sürecine dair planladıklarımızın aksine; ele geçirilmiş bir halde, zamansız ve olağandışı bir ölümün kapımıza dayanmasının verdiği şok duygusundan besleniyor. Bu duygu modern yaşam biçimimizle çatıştığı ölçüde ise yaşamımızın odak noktası haline geliyor. Bize sonsuz tüketim gücü veren modern illüzyon içinde varlığını unuttuğumuz, var gücümüzle bastırdığımız ‘ölüm’ , bu sefer evimizin içinde bizi esir alıyor. Covid-19, ‘ileri teknolojisiyle’ ölümün maddesel kimliğindeki tüm incelikleri yüzümüze vururken asıl kalıcı hasarı maneviyata veriyor. Ehlileştiremediğimiz vahşi bir ölümle yüz yüze gelmek, ölüm olgusunun tartışmaya açtığı kişisel, ailevi ve toplumsal sorumluluklarımız üzerine de yoğun bir şekilde kafa yormamıza neden oluyor. Öte yandan, ölümün fiziksel süreci tıbbi olarak net bir şekilde açıklanabilse de metafizik boyutuna dair sabit bir açıklama bulamamak, insanın kendi yaşamına dair derin bir sorgulama yapmasına neden olmakla beraber bu, yaşanan travmanın şiddetini derinleştiriyor. 

Kellehear’a göre ölüm ilkel çağlarda, toplulukla ilgili olan, sürecin herkese açık olduğu bir meseledir. “Kozmopolit Çağ’da ise ölme süreci bir toplumsal ölüm formu haline, destek olmadan sürdürülen bir yaşama ve çoğunlukla fark edilmeyen bir ölme sürecine dönüşmüştür.” (6) Ölüm, günümüzde şahsi bir deneyim olarak mahremiyet kazanmıştır ve bireyler ölüm ve ölümün yarattığı psikolojik etkilerle tek başına hesaplaşmak, ölüme dair düşünsel süreci sıkı bir gizlilik içinde, iç yaşantılarında yürütmektedir. 

Bartlick’in yazısında bahsettiği gibi, ölüm de toplumdan ‘izole’ olmuş durumda ve her ne kadar küresel çapta bir salgınının ortasında olsak da, ölüm öyküleri ve yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı süreç kişisel yaşantının ardına geçmiyor. Peki, hep böyle mi kalacak? Salgın etkisini yitirdiğinde enkaz yığınları eşelendiğinde durum ne olacak?

İşte bu noktada, sanat ve siyasetin üslubunda oluşan bir değişimin kalıcı sonuçlar doğurması olası görünüyor. 

Bu süreçte gözlemlediğim kadarıyla ve tiyatro özelinde; daha önce atılan her adımda bir temellendirme arayışında olan, özü biçimde arayan, yaptığı işte, en azından irdelediği konu hakkında kendi fikrinde ve alımlayıcısının zihninde bilim ve felsefe temelli bir alt yapı oluşturmaya çalışan sanatçılar, şimdi bastırılmış duyguların açığa çıkmasına, paylaşılmasına olanak sağlayıp ruhsal rahatlamaya alan açtılar. 

Özellikle sosyal medya paylaşımlarından anlaşılacağı üzere, toplumun ruh sağlığını korumak üzere önce sanatçılar harekete geçti; yaşanan olumsuz gelişmelere karşı bir şey yapma isteklerine engel olamadılar. Oyun okumaları, söyleşiler, sohbetler, tiyatro ve sahne sanatlarının sanal ortamda gerçekleştirebileceği pek çok etkinlik hızla başlatıldı. Odak, bu zamana kadar savunulan ideolojik ve toplumsal düşüncelerden, ortak bir yaşantıya, birliğe, ortak bir dile, zorlu sürecin en sağlıklı şekilde atlatabilme yollarını aramak üzere dayanışmaya doğru yön değiştirdi, birlikten güç alındı. Yaşanan toplumsal gelişmelerdeki olumsuzluğa, aksaklığa sorunlara dikkat çekme konusunda sorumluluk üstlenmiş olan sanatçı, bilimsel verilerin yarattığı olumsuz atmosfere karşı geleceğe yönelik umudu, inancı ve güzel dilekleri paylaştı. 

Siyasi protokollere karşı bir tehdit olarak görülen tiyatro ve tiyatrocular, toplumsal iyileşmenin ateşleyici gücü haline geldiler. Propagandist yaklaşımlarıyla tepki çekenler, şimdi dostluk ve yardım çağrılarıyla daha önce hiç ulaşmadığı kitlelere moral oldu. Saatlerce yapılan siyasi nutukların içinde eriyip giden dinsel ve tinsel vurgulardan öte bir etkileşim sağlandı. 

O halde tiyatro, bu nokta terapötik işlevini yeniden üstlenip, iktidarla olan savaşımını en azından bir süre askıya alıp yüzünü topluma, yakın çevresine, mahallesine ve insanın iç yaşantısına, hislerine, psikolojik gerçekliğine çevirebilir mi?

Sanatçının yaklaşımı böyleyken peki ya tiyatro, yaşananları, ölümü nasıl görür ve gösterir? Ölümü nasıl temsil eder tiyatro? 

Dram sanatı toplumsal travma anlarından beslenir. Konusu, yaşanan olaylar değil, o olayların yarattığı travmatik durumun tartışmaya açtığı olgulardır. 

Fakat Antik Çağ’dan bugüne kadar toplumsal olan ile insan doğasının gerçeği arasında bir noktada duran ölüm, içinde yaşadığımız somut dünyaya ait bir mefhum olagelmiştir. Gerek tüm gerçekliğiyle trajik bir tartışmaya, gerek ölüme yazgılı oluşu ele alan bir felsefi tartışmaya zemin olsun, tiyatro, ölümü her zaman canlı bir birime referans olacak şekilde ele almıştır. Tiyatro, ölümü ancak yaşamın temsiliyle tartışmaya açar. Ayrıca, ölümün karşısına hep bir cephe ayrılmıştır. İster savaşlar konu edinilsin ister bir cinayetten bahsedilsin, ölümün karşısında bir suçlu vardır; en kötü ‘yazgı’ ya da ‘irade’ devreye girer. 

Bu noktada yaşadığımız buhranın sorumlusu olarak –tartışmalı teorileri bir kenara bırakırsak- bir virüsün karşımıza konumlanması, bütün bu karşıt güç çatışmasını aşarak farklı bir yere erişiyor insanlık tarihinde; veba salgını döneminde olduğu gibi, insanı doğa ve doğaüstüne düşünmeye zorluyor. Dolayısıyla bu durumun, dramatik formda karşıt güçlerin kıyasıya mücadelesi üslubundan insan-doğa arasındaki uyuşmazlığa doğru bir yön değişimine sebep olması mümkün görünüyor. Böylesi bir değişimle tiyatro salgın sonrasında, ölümün metafizik boyutunu odağa alarak psikolojik ve sosyolojik bir yüzleşme için zor bir görevle baş başa kalacak gibi görünüyor. 

Bu yaklaşımın olumlu sonucu olarak, görev bilinci haline gelmiş politik tavır ile apolitiklik eleştirisine lüzum kalmadan; insana özgü olanı, sözü değil anlamı, yalnızca ülkeyi değil tüm evreni, yapıları değil doğayı ele almak mümkün olacaktır. Bilimsel gerçeklerin yüzümüze vurulmasından kaçamadığımız bu günlerde sanat, politik tavrını, görmezden geldiğimiz ölüm olgusunun yine görmezden geldiğimiz metafizik boyutunu meydana çıkararak, yaşananlara karşı tinsel bir gücü ayaklandırarak gerçekleştirebilir. Ve böylece belki de sığ söylemler yerine, insanın beden ve zihin üzerindeki kontrolünün sınırlarını açığa çıkaracak ve sahnenin olanaklarını soyut bir anlatıma hizmet edecek şekilde genişletecek yöntemler bulunabilir. 

Bu açıdan üretilecek yeni işlerde, yukarıda değindiğim, salgının önemli bir travmatik boyutu olan ‘ölümün zamanlamasına’ dair psikolojik travmayı ayrı bir noktaya yerleştirmek gerektiğini düşünüyor ve buna dikkat çekmek istiyorum. Bu travma, yalnız dünya çapında kayıpların boyutunu değil, Bartlick’in yazısında belirttiği ‘ölüme hazırlıksız olma’ ve ‘kötü yönetilmiş bir ölüm’ sürecini içerecektir.

Ayrıca sanatın toplumsal bir travma sonrasında üslubunda ve edindiği işlevde gerçekleşmesi olası görünen değişimi takiben siyasetteki üslup değişimi de oldukça dikkat çekici. Buna değinmek üzere, Kellehear’a dönersek; inanç ve toplum, insanın ölüme karşı algısını yöneten başlıca etmenlerdir. Toplumsal yükümlülükler devlet otoritesince güvence altına alınırken, inanç bir o kadar sahipsiz, boşlukta kalmaktadır. “Son zamanlarda, din ile bağlantı kuruşumuzda ve mantıken buna bağlı olarak öbür dünyaya yolculuk ya da iyi ölümü kavramsallaştırma şeklimizde muazzam değişiklikler gerçekleşmiştir.(…) Ayrıca, Tanrı ya da sonraki yaşama dair inançsızlıktaki bu artışa karşın; inanmaya devam edenler, sonraki yaşama ilişkin zayıf ve bulanık imgelere takılı kalmışlardır.” (7) Muhafazakâr yönetimlerin dahi kendi içinde yaşadığı bu değişim, toplumla olan ilişkilerinde ve üsluplarında da ortaya çıkmakta, devletin dini söylemleri, etkisini yitirmektedir. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin boyutu, kamusal alanda dini duygulara ayrılan yer işgal etmeye başlamasıyla, söylemler de buna paralel olarak değişmek zorunda kalmaktadır. Türkiye’de ise dini söylemlerin siyasi üsluba egemenliği, kısmen ve ancak bir virüs salgınında, bilimsel bilgiye ihtiyacın aniden arttığı bir dönemde azalma gösterdi. 

İktidarın dili yaşanan gelişmeler doğrultusunda tıbbi verilere dayanan somut bir anlatıma hizmet edecek şekilde düzenlenmeye başlanırken, salgına karşı alınan önlemlerin ne derecede yeterli olduğunu savunan açıklamalar ve takınılan ‘bilimsel’ üslup, toplumun yaşadığı travmanın iyileştirilmesine değil, hükümetlerin yaşadığı ekonomik travmaya ilaç oluyor adeta. Bunun karşısında sanatın insani olanı merkeze alan iletişimsel yapısı ve yaratıcı gücü, ölüm sürecine dair algıda gerçekleşen ve onu günlük yaşantımızın merkezine alan travmaya, hiç olmazsa erişme şansı yakalayacaktır.  

Siyasetin dinsel ve ahlaki öğretilerini askıya alarak bilimselliğe ve somut bir dile yönelmesiyle, -iktidarın çoğu durumda bir tehdit olarak algıladığı- yaratıcı sanat etkinliklerinin toplumsal travmayı iyileştirici, duygulara, geleceğe ve umuda yönelerek ahlaki ve hatta dinsel ve içsel bir sorgulama yaratması arasındaki üslup değiş tokuşu, halkın ölüme karşı bakışına yöneltilen bu iki farklı yaklaşım, git gide görünür ve dikkat çekici hale geliyor.  

Bu iki ayrı üslubun yer değiştirmesinde sanatçıların işi daha kolay görünüyor. Çünkü bireyin içsel yaşantısına dönen bir tiyatrocu için kendinde olandan yola çıkmak mümkün iken, bilimsel bilgiye yüzünü dönen merkezi otoritenin, bir önceki tutumuna ait söylemleriyle yeni karşılaştığı nesnel ve somut verilere dayalı, bilimsel üslubun çakışmaması için ekstra bir çaba sarf etmesi gerekmektedir. 

Sanatçıların gücü bu defa, insanın içsel yaşantısında ötelenenlere sahip çıkarak konumlanabilecek bir potansiyel taşıyor. Sanatçılar, ölüm sonrasının bulanık imgesine dair ruhsal bir yaklaşım gerçekleştirirken, ölümün zamanını yönetebilmek için olanca gücüyle çaba sarf eden siyasiler için öte dünya inancı yahut tinsel yaşam konuları bir süre daha rafta kalacağa benziyor. 

Ölüm, ölüm sonrası, zaman, yalnızlık, yas ve acı gibi temalar diyalektik bir niteliğe sahip olması bakımından sanatçıya trajik olana dair ilham verse de dini ve ahlaki kurallarla bilimsel veriyi örtüştürme çabası içinde devinen otoritelerin durumundan iyi bir komedi oyunu çıkacağından umutluyum. 

Sonuç olarak üniversiteler ve ilaç firmalarının birbirleriyle yarış içinde yaptıkları deneylerle ölüm deneyimine el koyma çabasında insan ve hayvanlar gitgide nesneleşmiş, sevdiklerimiz binli rakamlar içinde istatistiki birer veri haline gelmiş, ölüm ansızın kapımızı çalmışken, tiyatro, bence, düşündüğümüzden fazlasını yapabilir. Yeter ki, her zaman yaptığı gibi toplumsal travma noktasına odaklanarak, toplumsal değerleri ve ruhsal ihtiyaçları da göz önüne alarak bir ifade ve paylaşım olanağı sunsun. 

 

Kaynaklar:

 

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku