Tahsin İncirci ile Müzik ve Tiyatro Müzikleri Üzerine Bir Yolculuk…

Filiz Tanya

Ülkemizin sanat alanında önemli değerleri vardır. Bunların bir kesimi ülke topraklarında yaşarken, bir diğer kesim dünyanın değişik yerlerine dağılmışlardır. Bu değerlerden biri besteci, kompozitör Tahsin İncirci. “Kuvayı Milliye Destanı” oyununu seyretmek üzere Berlin’den Ankara’ya geldi. Yıllardır Avrupa’da birbirinden önemli müzikal çalışmalara imza atmış bir sanat ustasıyla  müziğe yaklaşımı ve müzikal çalışmaları üzerine söyleştik.  

  • Müzik anlamında yoğun bir kargaşanın yaşandığı bir ülkedeyiz. Siz ülke müziğinin serüvenini nasıl tanımlıyorsunuz?

Türkiye’ de müzik ve sanat alanında üretilenlerin bir kısmı Osmanlı sarayından geldi. Saray, Tanzimat döneminde biraz Batı’ya yüzünü çevirdi. Cumhuriyet döneminde ise koparak tamamen batı müziğine yöneldi. Buradaki konsept şudur; evrensel anlamda evrensel bir elbise giymiş günümüzdeki müziğin dünyada kabul görmesi. 

Herhangibir Dede Efendi şarkısı güzel olabilir bize göre, ama onu evrensel anlamda yorumlanma şansı yok. Çünkü tek sesli.  Cumhuriyetin  prensiplerinden birisi de çok sesli bir Türk Müziği yaratmak. Bu müziğin çağdaş ve evrensel sahnede yerini almasını sağlamak. 

Bunun için Cumhuriyet’in ilk yıllarında belli yetenekteki gençleri yurt dışına gönderdiler, bu işin püf noktalarını öğrensinler diye; yani çok sesli müzik sistemini. Bunlardan  şunları sayabiliriz: Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin (Gazi’de benim piyano hocamdı), Hasan Ferit Alnar, Cemal Reşit Rey, Nüvit Kodallı. Bunlar kendilerine Rus Beşleri’ne özenerek “Türk Beşleri” diye isim koydular. Yurt dışına gönderilenlerin çoğu Paris’te  okudu, ama Viyana’da ve Hollanda’da okuyanlar da vardı. Tahsillerini tamamladıktan sonra memlekete geri döndüler ve Cumhuriyet’in kuruluş prensiplerine göre eserler vermeye başladılar. Nedir bu prensipler? Çok sesli olacak, Batılı insanın kulaklarına yabancı gelmeyecek, batı enstrümanları kullanılacak. 

Bizim yerli enstrümanların kullanılması gibi bir yaklaşım yoktu. Daha sonraki yıllarda bunların kullanılması gündeme geldi. Batılı eserler halkı şoke etti. Hatta o meşhur hikâye vardır “Sivas Sivas olalı böyle zulum görmedi” diye. Halkımız haklıydı. Çünkü o süreçte bir hata daha yaptılar. Bazı türküleri çok sesli olarak yorumladılar. Bunları Batılı anlamda şan dersi almış solistlerimiz söylüyordu ama benim bile tüylerim diken diken oluyordu.

İçlerinde başarılı olabilecek, yani konsepte uyan bir besteci vardı o da -benim piyano hocam- Ulvi Cemal Erkin’di. Örneğin, Köçekçe ile bir yol gösterdi. Piyano için onbir parçası vardır. Çok iyi kavramıştı bu tarzı. Fakat içerinde en yetenekli, en çağdaş, evrensel anlamda büyük besteci Ahmet Adnan Saygun oldu. Ne yazık ki  kendi topraklarında yol bulamadı. 

1970 li yıllarda yeni bir hareket başladı. Türk Müziği konservatuarları  kuruldu. Fena da olmadı. Fakat malzeme olarak birikim yoktu. Örneğin ne tür bir şan dersi vereceksin? Batılı bir teknikle bir türküyü, şarkıyı yorumladığın zaman ortaya yabancı bir şey çıkar. Bizde ise çoğunlukla gırtlaklı söylüyorlar. Anadolu’da bir çok gırtlak  vardır. Örneğin, Urfa gırtlağı vardır, her bölgeye has gırtlak vardır. Biz genelde şarkıları ve türküleri gırtlaktan söyleriz. Peki bu konservatuvarlar ne yapacaklardı? Saz öğretecek yazılmış bir metod yok, kanon öğretecek yazılmış bir metod yok. Bu koşullarda  başladılar.  Buna rağmen yetenekli birkaç kişi çıktı.

  • Sizin eğitim serüveniniz hangi yollardan geçti?

Gazi Eğitim Enstitüsü müzik bölümünü bitirdikten sonra devlet bursuyla Almanya’ya gittim. Amaç orada görgü, bilgi arttırmak ve dönünce Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olmak. Ben verilen süre içerisinde eğitimimi tamamlayamadım, uzattım.Biz 68 döneminin en hareketli zamanında Berlin’deydik. Vietnam harbinin en zorlu dönemiydi. O dönemde savaşa karşı mitinglere katıldık.Sonunda oradaki okulu bitirip diploma aldım döndüm.

  • Ülkeye döndüğünüzde Almanya’daki muhalif tavrınızdan ötürü bir sorunla karşılaştınız mı?  

Birisi beni jurnallemiş. Türkiye’ye döndüm. Gazi Eğitim’deki hocalarımız dilekçe verdikleri halde, bakanlık, “kadromuz yok” gibi mazeretlerle beni reddetti.  Ben de bu arada “askerliğimi yapayım” dedim. Askerlik şubesine gittim,  oradaki subay  bana “sen niye geldin” dedi. Ben “vatani hizmet falan” derken, subay “yahu ne vatan hizmeti sen çıkarılmışsın Türk vatandaşlığından” dedi. Benim haberim yok. Bana hiçbir şekilde bildirilmedi. “Yapacak bir şey yok senin işin ancak Ankara’da çözülür” dedi. Çaresiz gittim Ankara’ya. Kara Kuvvetleri askere alma dairesi başkanlığı var. Gittim anlattım durumu. “Yurtdışından geldim askere gitmek istiyorum” dedim. Oradaki görevli  “Yahu sen enayi misin” dedi. “Dünya vatandaşı olmuşsun işte, çek git ne işin var burada” dedi. “Yok ben askerliğimi yapmak istiyorum” dedim. “O zaman günah benden gitti” dedi. “Ben İçişleri Bakanlığı’na bildireyim. Eğer listeye girmediysen Bakanlar Kurulu geri çevirir vatandaşlıktan çıkarılmanı” dedi.  Son gün çözdük sorunu ve vatandaşlıktan çıkarılmaktan son anda kurtuldum.  İşleri halledip Devrek’e memlekete geri döndüm. Oradan beni askere gönderdiler. Piyade olarak Isparta’ya gittim.

  • Müzik alanında siz  kendinizi ve müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Ben ruhsal kökü, duygusal kökü Türk Sanat ve Halk müziğine dayalı ama teknik yönden Batı’ya -kullandığım enstrümanlardan da bellidir- yönelik bir sanat insanıyım. Batı kaynaklı enstrümanlar kullanırım. Ama ruh olarak, duygu olarak muhakkak bu topraktan bir ses, bir koku gelmesi lazım. Müziğimde bu toprağın kokusu vardır.

  • Siz müzik yapmak için yola çıktığınızda size yol gösteren ne gibi atılımlar oldu?

Ben Türkiye üzerinden o dönemi çok konuşamam.  Çünkü 1963-1970 arası sürekli Almanya’daydım. 1970 sonrası askerlik yapmak için geldim ve 6 ay askerlik yaptım.  Ardından İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestrası’na girdim. İki  sene de orada çaldım. 12 Mart 1970 deki olaylar benim Türkiye’ye yönelik hevesimi kaçırdı. Aslında İstanbul Opera ve Balesi Orkestrası’nda durumum maddi olarak çok iyiydi o zaman. Çok iyi para veriyorlardı sanatçılara. Sonra tekrar Berlin’e döndüm. Berlin’de Türk İşçi Korosu’nu kurdum.

  • Siz eğitim alırken nasıl müzikal düşler kurdunuz?

Akademik eğitim sırasında bir takım teknik bilgiler alıyoruz. Beste nasıl yapılır? Enstrümantasyon nasıl var edilir? gibi… Oradan birikimin oluyor. O süreçte hoşuma giden besteciler var. Ruhu toprağa bağlı, tekniği Batı’ya dönük besteciler var. Bela Bartok bunların en güzel örneğidir. Stravinsky var mesela. Bunlar evrensel ruhtan  kopmadan, evrensel müziği yakalayarak ulusal müziklerini yaratan kişilerdir.

  • Dünyada başka ne adımlar atılıyordu?

Azerbaycan’da çok enteresan gelişmeler oldu. Onlar da Rus ekolünde yetiştiler, Sovyetik bir eğitim aldılar. Onlara kulak verdim ben. Hatta yıllar sonra Bakü’ye gittim Arif Melikov’un öğrencisi oldum. Melikov Nazım Hikmet’in  “Ferhat ile Şirin” oyununu  “Bir Aşk Masalı” adı altında baleye uyarlamıştır.  Bolşoy Balesi bu eseri sahneye koydu. Dünya turnesi yaptılar. Sekiz ay kadar Melikov’un öğrencisi oldum. O’ndan bir şeyler öğrendim. Azeriler doğru yoldaydı. Bizim beceremediğimiz işi onlar becermişlerdi. Kendi müzik ruhlarını kaybetmeden senfonik müzik yazıyorlardı. Dinlediğinizde bu Azeri müziği diyebiliyordunuz.

Muhalif çevreler egemen müzik anlayışından uzaklaşmak isterken batılı isyan şarkıları ve otantik şarkılarımız arasında bir gel-git yaşadılar. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

O gelenek yeni değil ülkemizde. O gelenek Pir Sultan’dan Dadaloğlu’ndan, Köroğlu’ndan gelir. Türküleriyle düzene karşı (özellikle Alevi ozanlarda görülür)  böyle bir gelenek zaten bizde vardır. Ama Batılı isyan şarkılarıyla, müzikleriyle bunların bir alakası yok. O müzikleri bir takım aydın, elit sınıf dinliyordu. Şahsen benim için Batılı isyan müzikleri bir inceleme konusu olmadı. Ben içimden geldiği gibi yazdım. Onları dinledim, onların geleneğini anladım. Getiriyorsun “Hey Göklere Duman Durmuş Dağlar Hey” in içerisine  yerleştiriyorsun onu. Oysa, bizim zaten  kendi isyan şarkılarımız vardı. Batılılardan alacağımız bir adaptasyona gerek yoktu. Bu topraklar üretiyordu zaten. Aşık Mahzuni, Aşık İhsani gibi ozanlar çok güzel türküler yaptılar. Pir Sultan bir deryadır. Her birinin türkülerinin içinde protest bir müzik var.

  • Siz bu alanda hangi üretimlerle başladınız?

Ben Berlin’de işçi korosunu kurduktan sonra şöyle bir yol izledik. Önce dünya işçi sınıfına mal olmuş şarkıları (Çav Bella gibi)  Türkçe’ye çevirmekle işe başladık. Çıkardığımız ilk plağa  “Venseremos” ve “Enternasyonal”i de Türkçe olarak  koyduk. Türkiye’de korsan bir biçimde satıldı. Bu plak sayesinde Enternasyonal Türkiye’de yayıldı. Söyleyenleri Barış Derneği davasından hapse attılar.

  • Ülkemizde “ulusal” diye tanımlayabileceğimiz bir müzik türü var mı sizce?

Ulusal müzik yaratma Cumhuriyet’in prensiplerinden biriydi. Ulusal müzik, enternasyonal bir yapısı da olan dünya sahnelerinde de kendini kabul ettirecek bir müzik olması lazım. Neden? Çünkü ulusal enstrüman olarak ney çalıyorsun ama Batılı ney yerine obua dinlemeyi tercih ediyor. Bir kere Batı’daki nefesliler bizde zaten yok. Vurmalı çalgılar açısından mehter takımı çok zengindi. Batı onları hemen aldı. Biz ne yaptık? Biz olduğu gibi Batı orkestrasını kullanmaya kalktık. Halk da bunu yadırgadı. Ama bu işler zorla olmuyor. Belli bir sürecin içerisinde diğer kültür dallarıyla bağlantılı olarak ilerlemek lazım. Edebiyat gibi, resim gibi.

Bizde yüz yıl önce bir türkü nasıl söyleniyorsa hala aynı söyleniyor. Yeni bir şey katma söz konusu değil genellikle. Yine de, farklı çabalar oluyor arada. Örneğin Aşık Mahzuni güzel şeyler yaptı. Böyle başka örnekler de var. Ama bunlara yenilik diyemeyiz. Yenilik olması için, ben bir türkü çıkaracaksam, besteleyeceksem o türküde yeni formlar denemeliyim. Yeni formlar bulmalıyım, yeni enstrümanlar kullanmalıyım. İlla yerli enstrümanı kullanacaksan, yerinde kullanacaksın. Milletin hoşuna gidiyor diye devamlı kullanırsan gına gelir. Hep aynı şeyleri çalışıyoruz. Ney moda oluyor. Herkes ney çalıyor. Herkes saz çalıyor. Biri öne çıksa, “ben bir trio yazacağım” gibi girişimleri olsa keşke! Ben 1980’li yıllarda kanun konçertosu yazdım. İstanbul’dan iyi bir kanuncu geldi. Onunla Berlin’de yorumladık. O bir girişimdi. Şimdi bakıyorum yerli sazlar çok kullanılıyor, Batı enstrümanlarının yanına sokuşturuluyor. Güzel bir girişim aslında. Ama bu zorlamayla olacak bir şey değil. Çıkarsa kendi içinden çıkacak.

  • Siz uzun bir süre Batı’da müzik çalışmaları yaparken Doğu müziği ile de köprüler kurdunuz. Osmanlı’dan yola çıkan bestecilerin ulusal müzik alanına katkıları sizce neler?

Osmanlı müziği demek makam müziği demektir. Doğu müziği ile Batı müziği 1000 yılına kadar aynıydı. Doğu da Batı da tek sesli söylüyordu. Daha sonra Batı çok sesli müziğe geçti. Çok sesli müziğin çıktığı yer ise, Notre Dame kilisesidir. İki sesli şarkı ilk orada denenmiştir. Ondan önce tek sesli ilahiler söylüyorlardı. Doğu’da da Batı’da da ilahiler tek sesli söyleniyordu. Batı iki sesli, üç sesli derken, çok sesli müziğe geçti. Doğu ise melodiye döndü. Melodiyi nasıl zenginleştiririm arayışında türlü makamlar çıktı ortaya. Doğu melodiyi zenginleştirdi, Batı çoksesliliği geliştirdi. Aralarındaki fark büyüdü.

Çok seslilik kaçınılmaz bir şey. Çünkü bir sese bastığın zaman o sesin yan tınıları zaten çıkar. Bir piyanonun bir tuşuna bastığın zaman bir ana ses duyarsın ama dikkat ettiğin zaman etrafında tınlayan başka sesler de vardır.

Osmanlı müziğine tam bir doğu müziği diyebiliriz. Osmanlı’nın yapısı icabı bölgede müziğin ilk çıktığı yerlerden, Farslardan, İran’dan etkilenme var. Osmanlı çok büyük bir imparatorluk, idaresi altında çok ülke var.  Fethettiği her ülkenin en iyi müzisyenlerini toplayıp saraya getiriyorlar. “Ne birikiminiz varsa gösterin” diyorlar. Sarayda bulunan diğer Osmanlı müzisyenleri, bestecileri de bunlara kulak veriyor. Böylece Arap, Fars, Azeri müzisyenler sarayda toplanıyor, kaynaşıyor. Ama bunların hepsi kendi içinde tek sesli zaten. Örneğin Hindistan  müziği sarayın işine gelmedi. Çünkü kendi içinde çok komplike. Hint müziğinden bir etki yok bu yüzden.

  • Cumhuriyet Dönemi bestecileri Osmanlı müziğinden ve Doğu müziğinden ne kadar faydalandılar?

Türk müziğine bunlar şaşı baktılar ve en büyük hataları bu oldu. Bunun neresi incelenirmiş dediler. Hem halk müziğine, hem saray müziğine bakışları buydu. Bu yönü ile kendilerini geliştirmeye gerek duymadılar. Bu yüzden yaptıkları eser işin ruhundan uzak kaldı. Batı’dan tekniği öğendiler. Hemen kolları sıvadılar. Çünkü devlet sıkıştırıyordu. “Haydi opera yazın, bakın herkesin operası var, senfoni yazın her yerde senfoni var” diye baskı yapıldı. Bence güzel eserler yazıldı o dönem. Ben bu eserleri dinlerim beğenirim çünkü benim müzik altyapım bunları analiz edecek seviyede. Fakat halk için çok ağırdı. Halk için anlaşılması zordu. Onlar gırtlaktan bir türkü dinlemek istiyordu.

İlan panolarına bakarken İstanbul Devlet Opera ve Balesinin açılış duyurusunu gördüm. O sırada aklımdan geçti; gidip bir sorayım “belki kemanda eksikleri vardır” dedim içimden. “Temsil başına çalarsam biraz para kazanabilirim “ diye düşündüm. Yol param yoktu Sultanahmet’ten Taksim’e yürüyerek gittim. Ertesi gün prömiyer varmış, beni hemen kabul ettiler. 

Ferit Tüzün’ün “Midas’ın Kulakları”nı sahneleyeceklerdi. Hemen provaya girdim. Ferit Tüzün Münih’te eğitim aldı ve çok güzel eserler verdi. Carl Orff un öğrencisidir.Erken yaşta kaybettiğimiz çok yetenekli bir besteciydi. “Midas’ın Kulakları” çok enteresan bir eserdir. İsterim ki,  bunu diğer genç besteciler örnek alsınlar. Bir süre orada çaldım. Bir gün Aydın Gün’ün odasına gittim  “Benim bir ayağım Berlin’de. Beni ücretli çalıştırın çaldığım temsil başına para alayım” dedim. “Yok” dedi “Ben sizi derhal memur yapacağım ve çok kârlı çıkacaksınız. Siz yine de gitmek isterseniz, sonra istifa edebilirsiniz. Sizin için en iyi yol bu” dedi. Peki, dedim memur oldum. İstanbul oda müziğinde de çalıyordum. Sonra hepsini bıraktım gittim.

  • Sizinle ilgili bildiklerimizden biri de politik müzik alanında yaptığınız çalışmalar. Bugün bu alandaki çalışmalara nasıl bakıyorsunuz?

Çok olumlu bakıyorum. 1972’den 1989’a kadar işçi korosu çalıştırdım. İki plak yaptık. Sonra Sümeyra geldi. Sümeyra’yla da bir plak yaptık. Sümeyra’nın ses rengi eşsizdir. O plakta da şarkılar benimdi. “Barış ve Gurbet Türküleri” albümü önemli çalışmalarımızdan biridir. 

Biz talebeyken Vietnam savaşı vardı. Hepimiz politize olmuştuk zaten. O dönem politize olmamak mümkün değildi. Olmayanı zaten adam yerine koymuyorlardı. Bu ortam içerisinde birikimim hazırdı zaten. Bir gün arkadaşım bir kitap getirdi, “bunu oku hoşuna gider” dedi. İki dilde, Türkçe ve İtalyanca basılmış Nazım Hikmet’in şiirleri. Nazım Hikmet o sıralar Türkiye’de yasak. Ben kitabı okuyunca çarpıldım. Bu nasıl bir Türkçe! Nasıl bir şiir! O gün bugündür benim için tek şair adeta Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet hiç kimseyle mukayese edilemez. O sıradan bir şair değildir. Bir felsefe adamıdır. Çok birikimi olan bir adamdır.  Yeni kuşak şairlerden Yaşar Miraç hoşuma gider. Onunda birkaç tane şiirini besteledim.

Vasıf Öngören’le birlikte yaptığınız çalışmalardan ve ortak üretimlerinizden bahseder misiniz?

Aras Ören, Vasıf Öngören,  Ataman Özben vardı. Bu üç tiyatrocu o zaman Nürnberg’e organize edilen bir tiyatro festivaline katılıyorlar ve oyunlarını oynayıp, Türkiye’ye döndükten sonra gruptan ayrılıyorlar. 1963-1965 yılları arası olması lazım. Ben Berlin’e gittiğimde onlar orada beraber bir evde kalıyorlardı. Sonradan Vasıf’ın eşi Nuran Oktar da geldi. O yıllarda fazla işçi yoktu. Genelde sanatçı çevresi vardı. Sanatçıların müzisyenlerin gittikleri meyhaneler vardı. Oralarda toplanırdık. Vasıf’la öyle başladı dostluğumuz.  

Vasıf, bir süre sonra  epik tiyatroyu Türkiye’de yaygınlaştırmak için  döndü. Amacı buydu. O epikten başka laf etmezdi zaten. “Asiye Nasıl Kurtulur” oyunuyla Türkiye’de bombayı patlattı. Ben de o sıralar Türkiye’ye gelmiştim. İstanbul’da buluştuk. “Bu akşam oyun var izlemeye gel” dedi. Oyun sonrası eşi Nuran Oktar’la birlikte oturduğu eve gittik. Sonra ben Berlin’e döndüm aradan bir süre zaman geçti. Aras peşime takıldı. “Biz bir tiyatro yapalım sende müziğini yaz” dediler. Ben de “Vasıf gibi bir oyun yaparsanız müziğini yazarım” dedim. Yapamayacakları bir şeydi, ben de kurtulmuş oldum.

Daha sonra 1970 li yıllarda Vasıf Öngören, Meral Taygun’la birlikte tekrar Almanya’ya geldi. “Memleketimden İnsan Manzaraları”ndan uyarladıkları bir metni “1941-1942‘den İnsan Manzaları” adı altında sahneye koydular. Meral Taygun “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı Türkçe oynuyor, bir de sol çevreden Pegi diye bir kadın vardı, tiyatrocu. O da Almanca oynuyordu. Bizim çevreden insanlar geliyor izliyor Meral Taygun’u. İşçi sınıfı zaten pek ilgili değil ama Pegi oynadığı zaman her akşam dolu oynuyor. Meral oradaki hesabı iyi yapamadı. Meral Türkçe oynuyor ve o yıllarda orada Türk sayısı az. Ama Pegi Almanca oynuyor. Kendi memleketi yani… Ona tabi ki daha çok insan geliyordu. Meral bozuldu bu işe. Kıyametler koptu. Bütün bu kıyametler de Vasıf’a patladı.

Ondan sonra Hollanda’da bir olanak açıldı. Hollanda Kültür Bakanlığı Hollanda da yaşayan Türklerin içerisinden bir tiyatro oluşturmak istiyordu. Bunun için de bir hocaya ihtiyaçları vardı. Vasıf’ı çağırdılar. O da Meral’le birlikte Hollanda’ya gitti. Oraya yerleştiler. Ben de o sırada Bakü’deydim. Bakü’den döndüm. Vasıf’tan telefon geldi. “Hemen yarın Amsterdam’a gel”. “Birkaç gün sonra geleyim” dedim. “Yok çok acele gelmen lazım” diyerek beni çağırdı. Gittim,  “Ben Brecht’ten ‘Kural ve Kural Dışı’ oyununu yapıyorum” dedi. “Kural ve Kural Dışı” Amsterdam’da ilk yaptığı oyundur. Vasıf, “oyunun şarkı sözleri var besteler misin?” dedi. “Bir deneyeyim Vasıfcığım” dedim. Metni aldım döndüm ben Berlin’e. Berlin’de yazdım müzikleri. Bir de kayda aldım. Götürdüm verdim ve çok beğendiler. O oyun epey oynadı Amsterdam’da. Almanya’nın farklı şehirlerinde de sahnelendi.

Sonra Vasıf’tan bir teklif daha: “Gel “Yeni Nesil” diye bir oyun yapacağız biz. Sen de onun müziklerini yapacaksın”. “Nasıl bir oyun” dedim. “Oyunun daha metni yok” dedi. Tasarlanan oyunda bir kuş var. Cannes Film Festivali’nden davet almış ama gidemiyor festivale. Kuş hayvanlara rica ediyor. Fakat kuluçka dönemi. Fil kabul ediyor “ben bakarım, git sen” diyor. Fakat yuva yukarda ağacın dalına çıkamıyor. Çok matraktı o filin sahneleri. Müzikle de çok güzel oldu. O sırada provalarını yaptılar oyunun, prömiyeri olacak, Vasıf dedi ki “birkaç gün önce gel Amsterdam’a. Çocuklara bir bak, nasıl oynuyorlar?” Sabah trenine bindim Amsterdam’a gittim akşamüstü oradaydım. Orada Çelik Bilge adında bir arkadaşımız vardı, O’nunla buluştuk. Merkezi bir yerde yemek yerken Vasıf aradı. “Geldin mi, o zaman derhal atla bizim eve gel” dedi.  Vasıf da Amsterdam’ın banliyösünde oturuyor. Yarın geleyim dediysem de çok ısrar etti. Baktım olacak gibi değil, atladım gittim. Konuştuk epeyce. Sabah ben kalktım, baktım ki Vasıf oturma odasında bir koltukta oturuyor. Gene çayını koymuş, yarısı şeker. Bardağın yarısına kadar şeker koyardı. Günaydınlaştık. Sohbete başladık, Berlin’dekileri sordu. Ne yapıyorlar falan konuşurken birden nefessiz kaldı. “Ne oluyor?!”  derken Meral’e seslendim. Geldi ve panik çinde “bu kalp krizi” dedi. Hemen yere yatırdık, Meral ambulansı aradı. İki görevli aletle kalp masajı yaptılar ama ekranda hep düz bir çizgi vardı. “Kurtaramadık” dediler. Hollandalı görevli başladı ağlamaya…

Vasıf’tan sonra prömiyer hazırlıklarına Meral devam etti. Ben Berlin’e döndüm. Onlar biraz oynadılar oyunu ama Vasıf olmayınca tutturamadılar. Orada birlikte çok işler yapacaktık ama olmadı. Çok erken bir kayıp oldu.

  • Tiyatro müziğini Batı’da bir yabancılaşma öğesi olarak kullananlar var Hans Eisler ve Kurt Weil gibi. Sizin yaklaşımınız nedir?

Yerine göre kullanmak lazım. Burada asıl olan metnin içeriği. Metin ne anlatmak istiyor? Metin neyi vurgulamak istiyor? Bunlar çok mühim. Müziği bunlara göre seçmek gerekir. Müziğin birinci fonksiyonu, görevi metindeki anlamı daha çok vurgulamak, daha bir güç katmaktır. Bir kelimenin bir cümlenin anlamı veya tam tersi. Sözün içeriğine kontur müzik yazıyorsun. Diyelim ki dramatik bir cümleye sen oyun havası koyuyorsun, yani yabancılaştırma efekti. Öbürü zaten çok kullanılan bir metottur. Anlamını yükseltmek için acıklı bir müzik yazarsın…

Oyun müziği ile diğer müzik türleri ayrılır. Çünkü oyun müziği hür değil. Oyun müziği belli bir metne bağlı. Mecbur o metne hizmet edecek. Nasıl hizmet edecek? Ya birinci gibi ya da ikinci kural gibi hizmet edecek. Müziğin bir fonksiyonu var. Kurt Weil bu işi çok iyi yaptı. Bazen hiç alakası olmayan bir enstrümanı çıkarıverirdi arkadan. Hans Eisler öyle değildir, o normal bir bestecidir. Güzel senfonileri vardır, şarkıları vardır. Biz koro olarak iki üç şarkısını Türkçe’ye çevirip söyledik. Weill ve Eisler için şöyle denebilir: İlk çıkışı Sovyetler olmak şartıyla dünyada işçi şarkılarının, işçi müziğinin yayılmasında çok büyük rol oynamışlardır. 

Bu alanda çok iyi sanatçılar çıktı. Brecht’le birlikte çok sağlam temel attılar. Bir anlamda Brecht’in bestecisi oldular. Brecht komik adam. “Müzik müzik nedir bu, mizuk yapalım” demiş Hans Eisler’e.  Ya da “niye şarkı sözleri yazılıyor? Al günlük gazeteleri, bestele haberleri”. Böyle anektodlar vardır Brecht’e dair.  Brecht’in etrafında, oyunlarına müzik yazmak isteyen çok besteci vardı. Ama Brecht, Eisler’i tercih ederdi. Aslında kendisi de müziğe uzak bir adam değil. Öğrenciyken sokaklarda müzik yapar, gitar çalarmış. Bir gün müzik öğretmeni Brecht’i konsere götürmüş, Brecht parmaklarını uzatmış sahneye doğru, öğretmeni sormuş ne yapıyorsun diye. “Parmaklarımın ucuyla dinliyorum hocam” demiş.

  • Bugün Türkiye’deki politik müzik alanında yapılanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bizim ülkede politik müzik zor iş. Konser vermeye gidiyorsunuz, polis geliyor, karakola götürülüyorsunuz. Yoksa güzel parçalar, güzel repertuarlar yapan gruplar var. Halk Müziği’ne ağırlık veriyorlar. Ama kendine özgü protest bir müziği geliştirmek yerine, işin kolayına kaçıyorlar. Halkın kulağının alışık olduğu ritmlere kayıyorlar. Bu da müzikal anlamda gelişmeyi önlüyor. oysa mesela, Ruhi Su’nun “On Beşler” için söylediği eser de bir halk türküsüdür. Zaten bizim halk müziğimizin içerisinde direniş ve politik duruş kendiliğinden vardır. Grup Yorum büyük meydanlara şarkılar söyleyen bir grup. Sen bunları salonlara tıkacaksın ve “birkaç yüz kişiye söyle, çık” diyeceksin. Olmaz böyle  şey!  Grup Yorum meydanlarda söylemeli. Ama müsaade etmiyorlar Türkiye’de. Ne kadar iyi sanatçıları harcadılar. Ruhi Su’nun burnundan getirdiler hayatı. Mahzuni desen, yine öyle… 

Tahsin İncirci uzun yıllar Avrupa topraklarında müziğe emek vermiş bir usta. Ancak yaşadığı toprakların sanatından, müziğinden, insanından bir an bile olsa kopmamış. Kof bir batı saplantısı yerine tekniğini batıdan, özünü Anadolu topraklarından alan çalışmalar yapmış. Onun anlattıkları bugün ve yarın müzik alanında yürüyecek olanlara parlak bir ışık yakıyor. Ne mutlu bize ki Tahsin İncirci gibi bir ustayla aynı çağda yaşıyor, onunla söyleşiyor, ondan öğrenip gelişiyoruz.

8

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku