Tragedya, “Antroposen” ve Yeni Bir Poetika

Şâmil Yılmaz

Jean-Pierre Vernant ve Pierre Vidal-Naquet’in “Eski Yunan’da Mit ve Tragedya” adlı çalışması,en temeldeki soruya geri döner: “Tragedya nedir?”

Vernant ve Vidal-Naquet için, ‘Tragedya’, kısmen ‘seküler’ bir hukuka dayalı olan yeni kent-devlet siyasetiyle, eskinin kurucu mitolojik anlatıları arasındaki gerilimin ürünüdür. Antigone, Tiran Kreon’un kent bekasını gözeten emrine rağmen, erkek kardeşlerinin açıkta bırakılan cesetlerini gömer. Çünkü tanrıların yasası bunu gerektirmektedir. Oyunun sonunda ‘kazanan’ ne Kreon ne de Antigone olur. Antigone intihar eder, Kreon ise oğlunun ölümünün acısını göğüslemek zorunda kalır. Antigone’nin eylemine anakronik bir artı değer katan, onu bir özgürlük simgesine dönüştüren bütün çağdaş okumaları unutmamız gereken yer de tam burasıdır işte: Antigone ‘suçludur’, çünkü; kent yasasını karşısına almıştır. Kreon suçludur, çünkü; tanrıların yasasını karşısına almıştır. Ya da taraflardan her ikisi de eşit derecede ‘masumdur’. İkisinin de yazgıları bir karar verilemezlik eşiğinde durur; yargı askıya alınmıştır. Dava yine de gerçekleşir, ama nihai karar anının bir karşılığı yoktur. Çünkü bu karar anı, tarihsel olarak ‘henüz’ mümkün değildir.

Bu yüzden de estetik bir form olarak tragedyadan bahsettiğimizde, çok özel tarihsel ve toplumsal koşullar içinde gelişmiş olan bir bilinç biçimine göndermede bulunuruz: ‘Trajik Bilinç’.

Bu özel dönem ve ona içkin özel bilinç, kendini bir kez daha tekrar etmedi. Haliyle şimdilerde bir şeye trajik dediğimizde, göndermemiz 2500 yıl öncesine değil, daha çok kavramın taşıdığı ‘acı’nın çağrışımlarına oluyor: ‘Trajik kaza’, ‘trajik felaket’, ‘trajik kayıp’ diyoruz örneğin. Daha spesifik, edebiyat ya da tiyatro içi bir bağlamdaysa, trajik, hâlâ bir bilinç yarılmasına göndermede bulunabiliyor: Beckett’e özgü anlam ve hiçlik arasındaki gerilim, Çehovyen toplumsal eşiklerin iki yanındaki gerilim, Marksist gerçeklik ve yabancılaşmış bilinç arasındaki Brechtyen gerilim vb… Ölçüyü bu kadar yüksekten almamıza da gerek yok aslında. Anlatının ateşleyici motoru olan -kadim- ‘dramatik çatışma’, bize hâlâ tarafların birbirlerine denk güçlü argümanları olması gerektiğini söyler. Yoksa yazılan şey dram değil, melodramdır.

HİÇBİR ŞEY ESKİSİ GİBİ OLMAYACAK

Şimdi ne Vernant ve Naquet’in, ne de diğer kuramcıların ‘haklı olarak’ pek ilgilenmedikleri çok temel -ve totolojik- bir gerçeği hatırlamanın zamanı galiba: Tragedyanın dünyası, bildiğimiz somut dünyadır. Bu dünyada her şey somut zeminde gerçekleşir. Kurucu mitler bile hikâyelerini dağların, denizlerin, ağaçların, hayvanların çevrelediği bildik bir gerçeklik içinde anlatır. Dünya bu hikâyelere sahip çıkar; onları kuşatıp kollar, var olabilmeleri için gereken fiziksel alanı açar. Aristoteles’in ‘Poetika’sı da sonradan gelen benzer metinler de teorileriyle bu ‘kısmen’ dostane dünyanın bizden bağımsız bir biçimde süregelen istikrarını doğrular – ya da bir biçimde o istikrarı varsayar.tragedya-antroposen-ve-yeni-bir-poetika-615866-1.

Var olan her şey gibi, anlattığımız hikâyeler ve o hikâyeleri nasıl anlattığımıza dair kuramlar da bu istikrarlı dünyanın bir parçasıdır; onun sayesinde var olurlar. Tam da bu noktada, Roy Scranton’un ‘Ölmeyi Öğrenmek’ adlı çalışması, bize eski güzel ve istikrarlı dünyanın, usul usul ayaklarımızın altından çekildiğini; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hatırlatıyor işte…

‘Ölmeyi Öğrenmek’ 2050’de 9 milyara ulaşması beklenen insan nüfusunun, sığır çiftlikleri için yok edilen Yağmur Ormanları’nın, endüstriyel hayvancılık ve eriyen buzullar yüzünden açığa çıkan metan gazının ama en çok karbon -kömür, petrol, benzin- temelli enerji siyasetlerinin, kısacası ‘küresel ısınma’ dediğimiz fenomenin açığa çıkmasına neden olan etkenlerin doğuracağı sonuçlara odaklanan bir kitap. Kitabın orijinal başlığı “Antroposen’de Yaşamak”. ‘Antroposen’, ‘holosen’den sonraki çağ olarak adlandırılıyor. Holosen, son buzul çağından çıkan yeryüzünün yeniden ısındığı aralığa tekabül eden jeolojik dönem. Antroposen ise doğal tarih -jeolojik tarih- ve insan tarihi arasındaki ayrımın silindiği, insanlığın ‘tarihte ilk kez’ dünyanın fiziksel dengesini bozmaya/değiştirmeye muktedir olduğu kapitalist bir aralığı adlandırmak için ortaya atılmış. (Kavram çoktan kabul görmüş durumda aslında; uzmanlar kavramın geçerliliğini değil, sadece dönemleştirmede kullanılan değişkenler üzerinden fikir ayrılığı yaşıyor.) Doğal tarih ve insanlık tarihi arasında yüzlerce yıl var ola gelmiş olan ayrım, temel olarak, jeolojik değişimlerin insan tarihinin kavrayamayacağı bir değişim eğrisi izlediğini iddia eder. Kabaca: “Dünya değişir ama bunun insanlık tarihiyle bir ilgisi yoktur, biz bu değişimi fark etmeyiz bile.”

Binlerce yıl boyunca, bu iki tarih biçimi, iki ayrı hatta birbirlerini etkilemeden ilerlemiş. Fakat antroposenle ve onu hazırlayan modern kapitalizmle birlikte, artık bu iki dönemin kesiştiği, insanlık tarihindeki -yıkıcı- değişimlerle birlikte doğal tarihin de değiştiği bir döneme girdik. Scranton, bizi bekleyen geleceğin karanlık olduğunu söylüyor. Çok yakın bir tarihte, çok radikal bir değişim gerçekleşmezse, büyük göçlere tanık olacağız. Bugün doğmuş olan çocuklar, bizim yaşadığımız gibi istikrarlı bir dünyada yaşamayacaklar. İç savaşların, kitlesel göçlerin, sınır ihlallerinin, devletler arasındaki su savaşlarının, doğal felaketlerin, kıtlığın, salgın hastalıkların vb hüküm süreceği karanlık bir gelecek bekliyor onları – muhtemelen bizi de.

Şimdi anlatı sanatları için çok temel olan soruyu sormak gerekiyor: Dünya bu kadar radikal bir değişimin içinden geçerken, hikâyelerimizi hâlâ eski kuramlarla, eskisi gibi anlatabilecek miyiz?

ZEMİN ALT ÜST OLURKEN HİKÂYE ANLATMAKtragedya-antroposen-ve-yeni-bir-poetika-615865-1.

Neredeyse bildiğimiz bütün güncel felaket anlatıları, hikâyelerini hep şimdinin poetikasıyla anlattılar. Çünkü dengesiz bir dünyanın zemininde konuşmanın nasıl bir şey olduğunu henüz bilmiyoruz- ‘hayal etmeyi biliyoruz’. Biz hikâyelerimizi, en çetin koşullarda bile, hep bize kucak açmış olan bir dünyanın içinden anlattık. Başka türlü bir dünya deneyimimiz yok. Aydınlanmacı aklın doğayı karşısına alması bile, bir yuva olarak dünyayla yaşanan asli bir gerilime değil, akıl dışının temsili olarak doğaya duyulan güvensizliğe ve korkuya işaret ediyordu. Orada başlayan kontrolsüz sömürü ve ıslah süreci bizi bugüne çıkarmış olsa da hâlâ evimizde, istendiğimiz yerdeydik. Burada zor yaşam koşulları değil bahsettiğim. Zemin alt üst olmuşken, dünyanın senin varlığını kusmaya çalıştığını hissederken, evim dediğin yeri yakıp yıktığın gerçeğiyle yüzleşmişken, hâlâ kısmen Aristocu bir poetika içinde direnen hikâyelerimizi aynı biçimde anlatabilecek miyiz? Üstelik bütün bu yıkımın birincil failleri olduğumuzu bilerek… (Demek ki Jack Londonvari bir mağduriyet değil bizi bekleyen.) Hareket halindeki aktif özneyi merkezine koyan ‘Kahramanın Yolculuğu’nu aynı rahatlıkla okuyabilecek miyiz mesela? Eylemlerinin bilincinde, sorun çözüp vuslata eren, irade sahibi bu karakter tasavvuruna hâlâ güvenebilecek miyiz – hâlâ ‘gerçekten’ güveniyor muyuz ki? Geçtim büyük doğal felaketleri, büyük radyoaktif felaketlerden sonra bile, başka bir inşa modelinin gerekliliği kaçınılmaz gibi. Hiç kimsenin HBO’nun ‘Çernobil’indeki anlatı kişilerinin psikolojik arka planlarıyla ilgilendiğini sanmıyorum. Çünkü olay o kadar büyük ki her türlü psikolojik derinlik ihtiyacı onun arkasında kaybolup gidiyor. Sadece karaktere dair ateşleyici temel motivasyonu bilmek yetiyor. Şimdi felaket dediğimiz şeyin küresel düzeyde bir iklim krizi biçiminde yaşandığını düşünün. Öyle görünüyor ki “Karakter mi olay örgüsü mü?” diyen o kadim soruyu cevaplamak bile yakın gelecekte o kadar da zor olmayacak.

EDEBİYAT HÂLÂ MÜMKÜN OLACAK MI?

Ya da meselenin gözünün içine daha cesaretle bakıp soruyu daha radikal bir düzeye çekelim: Bugün deneyimlediğimiz anlamıyla bir edebiyat hâlâ mümkün olacak mı? Çok olası görünmüyor. Edebiyat, şayet sözlü değilse, yerleşik bir kalabalığın ortak diline ihtiyaç duyar. Büyük göçler, açlıklar, salgınlar çağında, ‘büyük yapıtların’ ortaya çıkmasını sağlayacak kültürel ve ulusal bir istikrar zor görünüyor. ‘Dedikodu’nun kadim hikâye formu olduğunu düşünürsek, hâlâ hikâyeler anlatmaya devam edeceğiz muhtemelen. Fakat bu hikâyelerden bugün anladığımız biçimiyle bir ‘edebiyat’ çıkmayacağı da neredeyse kesin gibi…

Yeniden tragedya meselesine dönersek… Geleceğin trajik deneyimi, bence, iklim kriziyle keşfedeceğimiz yeni bilinç deneyimlerinin içinden doğacak. Trajik yarılma bu sefer farklı bilinç biçimleri arasında değil, dünyayla kurduğumuz ilişkiye içkin olacak. Bu sefer haklı olmayacağız. Dehşet verici bir failliğin ağırlığıyla ezilmiş olarak çıkacağız tarih sahnesine. Gelecek, kendi hazırladığı yıkımın içinde paramparça olmuş bir insanlığın hikâyesini anlatacak. Hiçbir poetika o hikâyeye yapısal bir bütünlük verecek istikrar zeminine sahip olmayacak. Hazırlanmaya fırsat bulacak kadar şanslıysak (1,5 derecelik sıcaklık artışını garantilediğimiz söyleniyor, yani o kadar şanslı olmayacağız muhtemelen.) belki Scranton’un bilgelik dolu önerileri hepimiz için bir kılavuz olabilir, ‘belki’: “Yeni fikirler bulmamız gerek. Yeni efsaneler, yeni masallar ve yeni hakikat hikâyeleri anlatmamız gerek. Kapitalizmin metalaştırarak ve asimile ederek iç ettiği çok dilli kültürle, yani insanlığın tarihi boyunca yarattığı derin, çeşitli ve zengin geleneklerle yeni bir akrabalık kurmamız gerek. Kapitalizmin üzerinde ve kapitalizme karşı, birlikte nasıl yaşayacağımıza dair yeni bir yol bulmamız gerek. Kim olduğumuzla ilgili yeni bir hayal kurmamız gerek. Yeni bir hümanizm, beşeri bilimlerden beslenen, felsefeyle bezenmiş taze bir hümanizm yaratmamız gerek.”

 

Kaynak:https://www.birgun.net/haber/tragedya-antroposen-ve-yeni-bir-poetika-265950

1

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku