Trump, Taliban, Tiyatro: “Horoz’’ oyunundaki kadınlık trajedisi

Neslihan Yalman

‘‘Özgür atlar tek başlarına yol alırlar. O zaman, hem savaş hem devrim vardı.’’

(‘‘Horoz’’ oyunundan…) 

26 Eylül 2019 günü, İzmir Sanat’ta ücretsiz sahnelenen ‘‘Horoz’’ adlı oyuna gittim. Ücretsiz kısmına özel bir vurgu yapmak istiyorum. Çünkü, çoğu zaman böylesi etkinliklere denk gelindiğinde, ücretli olması, bilet fiyatları da eleştirilebiliyor. Fakat, artık bu konuda da insanların iki taraflı -ikiyüzlü demeyi arzu ediyor da içim, siz onu es geçin- olduklarını düşünmeye başladım. Bir şeye pahalı diyen biri, başka bir şeyi tüketirken ona pahalı demeyebiliyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!.. Yine de, tabii bir opera-bale biletinin tek temsilinin 30 TL. olmasını da aşırı buluyorum. Fakat, sanatçıların ayakta kalmaları bağlamındaysa, zorunlu buluyorum. İki uçtan tutunca bazı konular elde kalıyor anlayacağınız. Velhasıl, kültür-sanat etkinliklerine -ortalama gelir hesabına göre- ne kadar  para ayırabilirseniz artık. 

İkinci husus, senelerdir uluslararası oyunlara giderim, ortamlarda İzmir’den ne bir oyuncuyu, ne bir oyun yazarını, ne bir yönetmeni, kısacası hiçbir tiyatrocuyu görmedim. Bu durum bana hayli ilginç geliyor. Çünkü, tiyatro devinen bir şeydir, hayat devinen bir şeydir ve merak süreğendir. Mesela, ‘‘Halkların Köprüsü Derneği’’nin çatısı altında, İranlı yönetmen Rıza Ahmedi’nin yönettiği ‘‘Horoz’’ adlı oyunu tek bir tiyatrocu bile merak etmedi mi? Yahut, ‘‘yaaa ben zaten yeterince oyun izliyorum’’ da ayrı bir kibir işareti mi? 

Salonda dernek üyelerinden ve birkaç izleyiciden başka kimse yoktu. Muhtemelen, kafeler, barlar tıka basa doluydu, evde televizyon yüksek sesle izleniyordu, alemlere, gecelere akılıyordu, internette dolaşılıyordu ya da insanlar ayaklarını uzatıp tavana bakıyorlardı; ama, ortada seyirci yoktu. Bu, şehrin ayıbıdır ki, belediye başkanlarını, bürokratları falan hiç devreye sokmuyorum. Onlardan da umut keseli hayli zaman oldu. 

‘‘Horoz’’ adlı oyunun sahnelendiği salonun fuaye bölümünde, ‘‘İşgalden Kurtuluşa- Bir Milletin Mucizevi Yolculuğu’’ adlı sergi vardı. Burada, Millî Mücadele’de kullanılan orijinal dikim bayraklardan Yunan ordusunun bando enstrümanlarına, haberleşmek için kullanılan telgraflardan silahlara değin çeşitli materyaller bulunuyordu. İnsan orada dolaşırken, o günlerin karmaşıklığını ve zorluklarını ister istemez düşünüyordu. Dünyanın neden savaşlarla dolu bir yer olduğunu, neden dünün İngiliz yayılmacılığının, bugün Amerika’yla bir parça el değiştirdiğini, Amerikalılar’ın ve Ruslar’ın Afganistan, Ortadoğu üstündeki emellerini… İran’ın uranyum denemelerini… 

Bu minvalde düşünceler kafada dolaşırken, ‘‘Halkların Köprüsü Derneği’’nin düzenlediği etkinlik dahilinde, oyunu izlemek üzere içeri girdim. ‘‘Halkların kardeşliğini, dayanışmasını’’ düşünürken  -ki, bu yazı yeni bir katman üzerine de yazıldı- Ekim itibarıyla Türkiye’nin Suriye’ye düzenleyeceği harekata dair tepkiler aklıma geldi. Nitekim, harekat da gerçekleşti. Başta Trump gibi çıkarcı bir devlet başkanının -ne yaparsa yapsın, ne karar alırsa alısın, kimin yanındaymış/değilmiş gibi görünürse görünsün- dünyaya büyük zarar verdiğini düşündüm. Sonra, bir Latin atasözünü: ‘‘Barış mı istiyorsun, savaşmaya hazır ol.’’ 

Hem tecrübe ettiklerimi değiştirmek istedim, hem de buna gücümün yetmeyeceğini gördüm. Düzen kurulduğundan beri, giderek artan tüketimin, mülkiyetçiliklerin, rollerin kurbanı olduğumuzu daha net algıladım. Sürekli, aydınlanarak… Artık, ‘‘kapitalsentrik’’ bir evrende konumlanmamız gerektiğini de gözlemledim. Bu savaşın bizim savaşımız olup olmadığını düşünüp durdum. Olsa, dünya sistemine entegrasyon şeklinde, olaylar büyüyecek, gencecik askerler, arada da masum insanlar öleceklerdi. Öldüler de… Hadi bu sefer olmasa diyelim, dünya -özellikle Batı devletleri ekseninde- zaten yüzyıllardır hep sömürge, hep işgal, hep harekat şeklinde talanla sürüyordu. Onların geliştirdikleri sistemler (içte ve dışta) diğer ülkelerin de dış politikalarını  belirliyordu. Yani, Amerika yıkılmadan sanki, hele gizli aktör İngiltere, dünya rayına oturmazmış gibi geliyordu ya da tüm devletler aynı anda yıkılmalı, sınırlar kalkmalıydı ki, istenilen şeyler gelişsin. Yazık ki, bu düşünce de boş bir umuttan, temelsiz bir ütopyadan ileri gitmiyordu.

Tüm bu karıncalanmış düşünceler yumakları dahilinde, salona girdiğimde, duvarında Hz. Ali’nin olduğu, bir baraka dekoruyla karşılaştım. Ortada da, gerçek bir horozun içinde durduğu kafes vardı. Yönetmen ve oyuncular seyircilerin arasındaydılar. Bu sanki oyun için kurgulanmış bir yabancılaştırma, açık biçim tekniği şeklinde değil de, daha çok oradaki insanların arasında bulunma isteğinden, sahneye karşıdan bakıp, son düzenlemeleri yapmak istemelerinden ötürüydü. Acaba, ekipten kimse orada olmasaydı ne olurdu diye düşündüm. Sanırım, isabetli olmazdı. Çünkü, oyunu getirten ‘‘Halkların Köprüsü Derneği’’ne uygun düşen, herkesin kolektiflikle orada yer almasıydı. Tabii, İzmir’deki tiyatrocular hariç, fakültelerdeki oyunculuk öğrencileri, Alsancak’taki diğer kimseler, şehirdeki seyirciler, sanatçılar vb… Sağ olsunlar hiçbiri orada, o anda yine yoklardı. Anca, Picasso sergisine gidip, ‘‘instagram’’ hikâyelerinde bunu paylaşan, savaşla ilgili gürleyip ‘‘tweet’’ler yağdıran, ama kendi sanat eserlerinde gıdım etkileyicilik, güncellik ve toplumsal meseleler bulunmayan, meraktan çok temsile değer veren mantar insanlar vardı artık etrafta. Akademisyenler, sanatçılar, güya özgürlük savaşçıları, sanatseverler… Yoklardı!.. Koltuklarla bakıştığımda, İzmir’den ümidi kesmenin ne denli haklı bir gerekçe sağladığını gördüm. 

İranlı yazar Muhammed Rahmaniyan’ın yazdığı oyun, yine İranlı oyuncular tarafından oynanıyordu. Mahjan karakteri orta yaşlı ve erkek kardeşi Kaka’yla yaşayan bir kadındı. Hüzünlü bir tarafı vardı, horozunu da çok seviyordu. Kaka ise, içki, sigara kaçakçılığı gibi işlerle uğraşan, hurdacılardan hurda, video, kaset, radyo vb. eşyalar alan kendi halinde, komik bir adamdı. O da Mahjan misali yumuşak başlıydı. Tüm bu özellikler oyuncular tarafından fazlasıyla yansıtılıyordu. 2016 yılında Uluslararası Çehov Ödülünü de alan ‘‘Horoz’’ oyununda Stanislavski tekniğinin kullanıldığı belirtilmişti -ki, psikolojik gerçekçiliğin yansıtılması bağlamında– sahnede zaten duygulardan yola çıkılarak örülen bir sistemi izliyordunuz. Örneğin, Mahjan adlı karakter durmadan hüzünlü, ağlamaklı bir haldeydi. Hangi duygu halini sabitlediyse, genellikle onun üstünden sıçrayarak bir oyun kuruyordu. 

Oyun, iki kardeşin evine genç bir kadının gelmesiyle devam etti. Laylema adlı bu kadın, video karşılığında bir adama satılmıştı ve hamileydi. Kendisi bir sepetin içinden çıkarak, topallayan ayağıyla Mahjan’dan yardım istediğinde ve Kaka da olaylara karıştığında, Afganistan’da yaşanan trajedilere tanık olmaya başladık. 

Oyun, Afganistan’ın tek yönlü anlatılması bazında şahsıma biraz zayıf gelse de, izlenilesiydi. Keşke, eserde Afgan hükümetinin arkasındaki asıl devlet olan Amerika’nın etkisi de görülebilseydi. Oysa, Amerikan etkisi, Afganistan’daki uyuşturucu-haşhaş vb. ticareti üstünden değil de, sinema üstünden gösteriliyordu. Bu gösterge, Leonardo di Caprio ve ‘‘Titanik’’ ekseninde eksikliği  tamamlamaya çalışıyordu. Mevcut durum alt metni biraz daha zenginleştiriyordu. 

Fakat, orada da, Batı’nın teknolojik aygıtlarına (video, radyo, kasetçalar) hayran olan, zenginler gibi yaşamak ve sınıf atlamak isteyen insanlar var gibi gösteriliyordu. Böylesi karmaşık bir durumu öylesi tek yanlı anlatmak ne kadar doğru oldu, bilemiyorum. 

Bir taraftan da aklıma Ilan Hatsor’un üç Filistinli kardeşi (biri gerilla, biri ajan, biri de tarafsız-hatta, apolitik) anlattığı ‘‘Maskeliler’’ oyunu geliyordu. Böylesi siyasi ve hassas konularda yapının ne denli güçlü kurulması ve otantikliğe vurgu yapılması gerektiğinin önemini fark ediyordunuz. Artık, tekil bakıştansa tersten bakış ya da çoklu/karşılaştırmalı bakış daha etkili geliyordu. 

Nitekim, ben de oyuna ilk başta orijinal bir Afganistan çalışması diyerek heyecanla gittim. Çünkü, daha önce İranlı yazarlardan, İran tiyatrosu ekseninde oyunlar izlesem de, bire bir Afganistanlı oyuncularla, Afganistanlı yönetmenlerin ortaya çıkardığı bir eser görmemiştim. Ama, oyunu  İranlı bir grup çıkarmıştı. Dünya tiyatrosu algımız öylesine zayıf, sanat eğitimlerimiz öylesine yanlı, şekilsiz ve ezbereydi ki, şu an Afganistan’da tiyatro yapılıyor muydu, Nikaragua tiyatrosu diye bir şey var mıydı, Mozambik’te tiyatro nasıl algılanıyordu, zerre bilmiyorduk. Bilmeye çalışsak da, yine zihnen İsrail’den, Amerika’dan, İngiltere’den, Shakespeare’den, Moliere’den, Koltes’ten geçmek zorunda kalıyorduk. Bu yıllardır benim zihnimi kurcalayan meseledir; tam olarak dünya dediğimiz yer neresidir? Dünya tiyatrosu TAM OLARAK nedir?!

‘‘Horoz’’da ‘‘Titanik’’ üstünden yapılan batış vurgusu, kadın-erkek ilişkilerinin batışına da işaret ediyordu. Kaka, oyunun başında eve eski bir video getirmişti. Metnin yazılış tarihinden ziyade (90’lar) -bugün dünya dokunmatik teknolojiye geçerken- sahnede kasetle oynatılan bir video vardı. Daha sonrasında, Kaka’nın getirdiği videoyu gören Laylema ağlamaya başlamış, hayli üzülmüştü. Çünkü, o da külüstür bir video karşılığında satılmıştı. O arada, Kaka kırmızı bir ruj da verimişti Mahjan’a ve kadın o ruju ne yapacağını bilememiş, yemeye çalışmıştı. Bunun çok etkili bir sahne olduğunu düşünmedim. Zira, oyunu dramaturjik düzlemde eleştirdiğimde, Afgan kadınlarını evrimlerini tamamlamamış yaratıklar gibi gösterip, rujdan bihaber yansıtan bir yönetmen de vardı. Aynı Afgan kadınlarının sahnede ellerine tarak, topuklu terlik verildiğinde, onlar bunları kullanarak mutlu oluyorlardı. Ama, ruju bilmiyorlardı. Doğrudur, Afganistan’da kadınlar çok eziliyorlardı; fakat, bunu sadece İslam’a, Sünni İslam’a, Taliban’a bağlamak da bana tekil bakışın darlığı gibi geliyordu. Mesela, oyunda Batı merkezli beyaz bir adam aradım. Bu bir gazeteci olabilirdi. Ama, yoktu. Oyundaki tek Batılı figür, tişört baskısındaki Leonardo di Caprio’ydu; o da Laylema’nın göğsünden bizlere edalı edalı gülümsüyordu. Hatta, evin başka bir tarafında bir Leonardo di Caprio tişörtü daha vardı. ‘‘Horoz’’daki üç karakter video kaseti çalıştırdıklarında, ‘‘Titanik’’ filmindeki öpüşme sahnelerini algılayamıyorlardı. Filmdeki kadınların yaptırdıkları boyalı saçlar onları çok şaşırtıyordu. Burada alımlayıcı olarak bir çatallanma yaşadım: Birincisi, Afganistan’da, 2019’u da düşünürsek, orta ve alt sınıf kadınlar izledikleri filmlere hâlâ bu gözle mi bakıyorlardı? Yoksa, oyun 90’lara vurgu yapmak bağlamında, yenilenmeden mi oynanmıştı? İkincisi, Afganistan’da böyle bir sıkışma yaşanıyorsa -kadınlar zor durumdaysalar- bunun etkisi sahnede bu şekilde mi verilmeliydi? Daha başka sahneleme yöntemleri düşünülebilir miydi?

Oyun, Taliban askerlerinden birinin eve gelerek, horoza el koyacağını söylemesiyle başka bir boyuta sıçradı. Yaşı epeyce geçmiş, erkekler tarafından beğenilmeyen ve yıllardır bakire yaşayan Mahjan horozundan ayrılmak istemediği için -horozu orada erkeklik bağlamında da görebiliriz, İranlılar’ın sabah müezzini dedikleri bir ışık/güneş sembolü de- Kaka’dan yardım istiyordu. Kaka’ysa kız kardeşine yardım etmek için, Taliban askerlerine uyuşturucu, sigara, votka vereceğini söylüyordu. Burada da çarpık dünya sistemi yüzünüze vuruyordu. Keza, New York’ta da olsanız, Türkiye’de de olsanız, Afganistan’da da olsanız hiçbir şeyin değişmediğini, sadece yaşam kalitesinin derecelerinin değiştiğini görüyordunuz. Oyuna bu anlamda insan merkezli bir vurgu yapılmasını isterdim. Çünkü, insanın çiğliği, bir şeyi savunurken onun tersi durumunu aşırılaştırdığı, empati yoksunluğu, tükettiği hayatı, yaşam koşullarının zorluğunda ayakta kalma telaşı, kendini merkezde görmesi önemli bir alt metin sağlayabilirdi. 

‘‘Horoz’’da fazla müzik kullanılmamıştı. Arkadaki projeksiyon alt yazı için işlevsel hale getirilmişti. Orada da, yazılar ekrana sığmadığı için kesilmişti. Bu minvalde, teknik bir eksilik de göze çarptı. Mahjan’ın Laylema’ya anlattığı masal, dış ses şeklinde verilmişti. Ses oradan gelirken, genç kadın Mahjan’ın dizlerinin dibine oturmuştu. Daha sonraki sahnelerden birinde de Laylema’nın okuduğu şiiri dinliyorduk, ama onda kendi sesi bire bir kullanılmıştı ve şiirini bir dizesi şöyleydi: ‘‘Tek şey kaldı bizden geriye/ Ve adına utanç denildi’’  

Ardından, Mahjan’ın Taliban öncesi dönemde, yaşadığı hikâyeye tanık oluyorduk. O zamanlar, daha genç olan kadın nişanlanmış, nişanlısı askere gitmiş ve orada ölmüştü. Ardından, Mahjan bir daha hiç evlenmemişti. Oyun, kadınların merkezinden yaşanılan karmaşayı anlatıyordu. Kadınlar savaşlarda hep sömürülenler, hamile bırakılanlar, çocuklarıyla yaşam mücadelesi veren varlıklar şeklinde zor zamanlar geçiriyorlar; alınıp satılıyorlar, dövülüyorlar, savaşı çıkartmadıkları halde savaş uğruna öldürülüyorlardı. Oysa, istedikleri ana unsur sevgiydi. Savaşın bu yönüne de dikkat çeken oyun, içeri giren Taliban askeri tarafından sevişmek adına tercih edilmeyen Mahjan’ın trajedisini ortaya koyuyordu. 

Taliban askeri eve girip çıkarak, oradakilerle ahbaplık kurmuştu. Özellikle, Laylema’yla kırıştırıyordu. Laylema sonunda, Mahjan’ı ve Kaka’yı bırakarak, o askerle kaçtı. Kaçarlarken, asker kıyafeti yerine, günlük beyaz kıyafetini giyen genç adam genç kadına flörtöz biçimde sarılıyordu. O bir an mıydı, tezatlar arasında ve çatışma ortamında saf beğeni doğabilir miydi, bunları düşünüyordunuz ama, Stanislavski tekniğinin ağırlıkla hissedildiği Mahjan karakterini oynayan oyuncunun enerjisi her yeri kaplıyordu. Sonunda o da sahnede yalnız ve çaresiz kalmıştı, Kaka da yoktu. 

Oyunun dekoru çuvallardan oluşan avlulu bir ev şeklindeydi. Arkada oda, tuvalet vb. vardı. Sahnenin soluna doğru da sokak kısmı temsil ediliyordu. Evden çıkıldığı anda, sahne gerisinden gelen sesler sokağı içeri taşıyordu. 

‘‘Horoz’’ adlı oyun bittiğinde -hazırlanan çiçekler yönetmene ve oyunculara sunulurken- ‘‘Halkların Köprüsü Derneği’’nden bir kadın konuşma yaptı. O konuşma esnasında, fuayede ‘‘İşgalden Kurtuluşa- Bir Milletin Mucizevi Yolculuğu’’ sergisi yer alıyordu. Ekranlardaysa haşmetli imparatorumuz Trump savaşa hem çanak tutuyor hem de onu kontrol etmeye çalışıyordu. Tamtamcının repliği şuydu: ‘‘İsteyen savaşabilir’’.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku