“Paul Lindau’nun Gözünden Bursa’da Tiyatro”

Uğur Ozan Özen

Siyaset düşünürü, oyun yazarı ve eleştirmen Paul Lindau’nun (1839-1919) Küçük Asya’nın Batı Kıyılarında, Doğuda Tatil ve Doğu Gezisi adlarında üç kitabı vardır. Bursa’ya ilk kez 1897 yılında gelmesine rağmen notlarını yayımlamaz. Bursa’ya 1898 yılının Mayıs ayında ikinci kere gelir. Ahmet Vefik Paşa’nın yaptırdığı tiyatroda oyun seyreder. Lindau, hangi tiyatronun oyun sahnelediğini ve oyunun adını yazmaz. Tiyatroya ayırdığı uzun bölüm çok önemlidir.

Çevirmen Levent Bakaç’ın hoşgörüsüne sığınarak paragraf paragraf incelemek istiyorum (Bursa’da Yaşam, Ekim 2018, s. 211-212-213).

Önce Türk Tiyatrosu’ndan ne anladığını yazar: 

“Demek oluyor ki, ‘Türk Tiyatrosu’ tanımı altında burada yalnızca bazen Türkçe olarak, çoğunlukla Türk seyircilerin önünde, Türkler veya Türkçeye hâkim Ermeni veya Rumlar tarafından yabancı eserlerin çevirilerinin sunumunu anlamak gerekir. Buna göre tiyatro en alt seviyede sayılır. Daha seçkin ve eğitimli Türkler tiyatroya tamamıyla uzak dururlar ve ezberledikleri metinleri para için tekrarlayan insanları birer sanatçı olarak görmek, hiç kimsenin aklının ucundan bile geçmez.”

 Bursa’da Ahmet Vefik Paşa’nın yaptırdığı tiyatroda bazen değil, her zaman Türkçe oyun sahnelenmiştir. 1879-1916 yılları arasında Türkçe haricinde bir dilde oyun sahnelendiği konusunda hiçbir kayıt yoktur. 1879-1882 yılları arasında sahnelenen oyunlarda biletler Ermenice ve Osmanlıca’dır. Oyunlarda kaç adet bilet satıldığı konusunda bilgi yoktur. Türkler, Osmanlıca olan bileti, Ermeniler, Ermenice olan bileti mi satın alıyordu? Rumlar hangi bileti alıyordu? Peki Yahudiler? Ermenice biletler, tiyatroda Ermenice oyunun sahnelendiğini mi gösteriyor? 

Tiyatroda 1890 yılından sonra İstanbul’dan gelen kumpanyalar oyun sahneler. Bu kumpanyaların biletleriyle ilgili –şimdilik- bilgi yoktur. Tiyatro salonunda oyun sahnelenmesi, “seçkin ve eğitimli Türkler” için yabancıdır. Bursa’da doğup, aynı şehirde eğitim almışsa tiyatro kültüründe karagöz, ortaoyunu ve meddah vardır. Tiyatro deyince önüne geleneksel kelimesini eklemiyor, mahallesinin mekânlarında (kahvehane ve meydan), kendi kültürünün hikâyelerini seyrediyordu. 

Tiyatro salonunun içini ve bakımsızlığını anlatır: 

“Bu tiyatronun iç karakterine dış koşullar da uyuyor. Yaklaşık 500 kişi alan ve bizim Avrupa tiyatro örneklerinde görüldüğü gibi iki sıra loca ve üst katta balkonla donanmış olan tiyatro salonu inanılmaz derecede pis. Burada herhalde hiç temizlik yapılmamış. Salon birinci sınıfı tırabzanına iliştirilmiş dört gaz lambasıyla aydınlatılıyor, sahnenin ışığı ise sahne kenarına yerleştirilmiş dört lamba ve tavandan sarkan dekorasyonlara tutturulmuş iki ek lambayla sağlanıyor. Tüm salon, tozun her şeyi örtmesi nedeniyle yumuşak bir griye bürünmüş durumda.”

Lindau tiyatroda balkondan bahsederken, Edmond Dutemple’in ve Oğuz Bora’nın kitaplarında sadece localardan bahsedilmiştir. Ayrıca tiyatronun 500 kişiyi içine alacak kadar büyük olduğunu düşünmüyorum. 

 Oyun sırasında seyircileri dikkatlice incelemiştir.

“Seyirci kitlesi neredeyse tümüyle Türklerden meydana geliyor. Avrupalılar için, hepsi fesli olan Türkleri, Ermenileri, Rumları ve Yahudileri birbirinden ayırmak çok zor bir meseleyken, Doğulular veya uzun bir süredir orada yaşayanlar farklı milletleri şaşmaz bir isabetle ayırabiliyorlar. Bursa’da Türkler, fesin etrafında bir türban taşımaları veya türbanın simgesel iması olarak renkli bir bez sarmaları nedeniyle daha kolay tanınıyor. Seyircilerin arasında, İslam ve medresenin işareti olarak beyaz türbanı taşıyan birkaç genç ilahiyatçı, yani softa da var. Salonda bunun haricinde, Peygamberin soyundan gelenler gibi koyu yeşil bir türban taşıyan az sayıda hacı da bulunuyordu. Oyun sırasında insanlar öteye beriye yürüyor, ayaklarını yere vuruyor, sesli konuşuyor, fakat temsili izlemek isteyenler hiçbir şikâyette bulunmuyor. Seyircilerin hepsi erkek. Tiyatro salonu kadınların ziyareti için gerekli donanıma sahip değil ve locaların hiçbirisinin parmaklığı yok.”

Seyircilerin tümüyle Türk olduğunu söyledikten sonra, Avrupaların –kendisi de Avrupalı- Türkleri, Ermenileri, Rumları, Yahudileri ayıramadığını söyler. Seyircilerin tümüyle Türkler’den oluştuğu sözünün yanına soru işareti koymalıyız. Lindau, dört halkı birbirinden ayıramamış olabilir. Bu paragrafta beni en çok şaşırtan bölüm, birkaç genç ilahiyatçı ve Peygamberin soyundan gelenler gibi koyu yeşil bir türban taşıyan az sayıda hacının seyircilerin arasında yer aldığını söylemesidir. Ahmet Vefik Paşa memurların tiyatro seyircisi olması için uğraşmış ve başarılı olamamıştı. Oyun sırasında seyircilerin bir kısmı salonda istedikleri gibi hareket etmiştir. Bu durumu normal kabul eden diğer seyirciler pek seslerini çıkarmamıştır. Tiyatro 1879 yılında açılmış, 1898 yılına gelinmesine rağmen tiyatro adabı oluşmamıştır. 

 Oyuncuları da anlatır:

“Erkek oyuncular Türk, yüzleri açık olan kadınlar elbette Türkçe konuşan Ermeni’ler. Ermeniler Türkçeyi aşağı yukarı şivesiz konuşabilen tek gayrimüslim topluluk, diğer etnik grupların Türkçesi Türklere bir işkence gibi gelir.

Türk oyunculara makyaj suçlamasının yapılması mümkün değil. Çünkü kadın-erkek bütün oyuncular sokaktan gelip sahneye çıkmış gibi. Bir odayı canlandırması gereken dekorasyon hakkında konuşmak anlamsız olur. Görülebilecek en sefil dekorasyondu ve mobilya olarak iki eski hasır sandalyeden oluşmaktaydı.”

Bu paragraftan anladığım kadarıyla kumpanyanın maddi imkânları yetersizdir. Ne doğru düzgün makyaj malzemesi alabilmişler ne de dekor yaptırabilmişler.   

 Salonda orkestra vardır:

“Ancak salonda bir orkestra da var. Yalnızca dört müzisyenden –bir kemancı, bir trompetçi, bir kontrbasçı ve bir davulcu- meydana gelmesine karşın korkunç bir gürültü çıkartıyor. Yapılan müzik her türlü tanımın ötesinde korkunç kötü. Neyse ki, ritmik davul vuruşlarının ve zil tıngırtılarının refakat ettiği belli bir uyum söz konusu. Bu arada bu gaddar heriflerin hangi parçayı çaldığını anlayamadım. İçinde sürekli üçlemelerin duyulduğu çok ahenksiz bir parçaydı.”

Kadın oyuncuyu anlatır: 

 “Oyunun kendisi iki kısma ayrılıyor. İlk önce bizdeki çalgılı meyhane karakterinde sunulan tekli gösteriler geliyor, ardından da ana eğlence ve akşamın kapanışı olarak oyunun kendisi başlıyor. Biz oldukça geç içeriye girebildik ve ilk kısmın yalnızca son sunumunu seyredebildik. Bu da fazlasıyla yetti zaten. İnsanın aslında daha sakin ve iffetli davranması gereken yaşlarda olan çirkin ve şişman bir Ermeni kadın, üzerinde en ucuzundan rengârenk pılıpırtılar olmak üzere genç bir su aygırının zarafetiyle sahnenin kirli zemininde zıplıyor ve garip olmakla birlikte kulağa hiç melodik gelmeyen bir şarkı söylüyordu. Türkler dolgun kadınları severler ve bu kilolu kadın seyircilerin şımartılmış sevgilisi gibi görünüyordu. Zaten kadın alkış, ayaklarla yerde tepinme ve coşkulu ıslıklar eşliğinde defalarca sahneye çağrıldı.”

Sonraki paragrafta, “Bu sanat ziyafetinin ardından başlayan oyun bana, bizim anlayışımıza göre tamamen eskimiş olan ve otuzlu kırklı yıllardan kalan bir Fransız Vaudeville gibi geldi.” diyerek oyunun konusunu anlatmaya başlar. Konudan anladığım kadarıyla Fransız vodvili Türkiye’ye uyarlanmıştır. Uyarlayan kişinin son perdeye bir oyuncu daha eklemesiyle oyunun sonu değişir. Lindau, oyunda neler olduğunu ayrıntılı şekilde anlatır: 

 “Tanıtım kâğıdına göre bir perde daha vardı. Her sorun çözüldüğüne göre, bundan sonra ne gibi bir olayın söz konusu olabileceğini düşünüp duruyordum. Hain adam ölmüş, inatçı baba yumuşatılmış, sevgililer birleşmişti. Daha ne isteniyordu ki?”

Tanıtım kâğıdını araştırmama rağmen ulaşamadım. Oyunun künyesini başka türlü öğrenmenin imkânı yok. 

Oyunu uyarlayan kişi bir perde daha eklemiştir:

“Kızın genç adamla ve hizmetçinin sadık uşakla evlendiği müzikli oyunlu çifte düğün gösterilmek isteniyordu ve bu da mutlaka oyunun orijinaline yapılan bir Türk ilavesiydi.”

Lindau, son perdede oyuncularla seyirciler arasında yaşananları kayda geçirir:

“O sırada, perde son kez kalktığı anda, komediyi vaktinde önce sonlandıran bir olay meydana geldi ve bir ikinci sınıf locasından atılan büyük bir cam bardak, neşeli açılış sahnesinin tam ortasında, genç kız rolünü oynayan yaşı geçkin, şişman Ermeni kadının önünde patlayarak binlerce parçaya ayrıldı. Bu durum, garip bir etkilenmeye yol açtı. O anda sahnede bulunan üç oyuncu, yani şişman Ermeni kadın, hizmetçi kız ve komik uşak korkudan donakaldı. Hiç konuşmadan öylece duruyorlardı. İki kadın makyajlarının altında sarardı ve on dakika önce haini delik deşik eden komik uşak tir tir titriyordu. Beyaz şalvarı bacaklarının etrafında sallanıp duruyordu. Hepsi ne yapacağını bilemez halde kocaman gözlerle salona bakıyor ve ağzından tek bir kelime çıkartamıyordu. Seyircilerin havası da bir anda değişmişti. Gülüşmeler bıçak gibi kesildi ve salonda aniden korku verici bir sessizlik ve hareketsizlik hâkim oldu. Bu durum oldukça uzun, belki yarım dakika kadar sürdü. Sonra salonda birdenbire hızlı bir hareketlenme başladı. Herkes gözlerini yukarıya, bardağın atıldığı locaya çevirmişti. Tek tük bağırmalar da duyuldu, bunlar giderek genişledi. Türk olmadığım halde, ben de bağıranların bunu yapan kişiyi salonda kalmaya davet etmediğini anlayabiliyordum. Zaten çok geçmeden birkaç polis, bardağı atanı ensesinden tutup locadan çıkardı. Hemen bu büyük suçun failinin alacağı muhtemel cezayı araştırmaya koyuldum. Türkler bu gibi olaylarda oldukça mantıklı bir tutum ortaya koyarlar. Mahkemeler böyle ufak tefek şeylerle rahatsız edilmez. Suçu işleyen kişi polis karakolunda güzel bir dayak yer, ardından hücreye tıkılır ve ertesi sabah yine serbest bırakılır.

İkinci sınıf loca sahibinin bu hürmet gösterisine ilişkin ne gibi gerekçeleri olduğunu konusunda farklı görüşler vardı. Bazıları onun, şişko Ermeni kadın tarafından kötü bir muameleye maruz kalan âşık bir delikanlı olduğunu ileri sürüyor, bazıları ise genç adamın fanatik bir Türk olduğunu ve Ermeni kadına bir bardak fırlatma hakkının bulunduğu gibi düşük ihtimalli bir açıklama yapıyorlardı. Adamın yalnızca sarhoş olduğu, bana en muhtemel kanaat gibi geldi. Siyasetin burada bir rol oynamış olabileceği gerçekten varsayılamaz. Ermeniler için şu anda tehlikeli bir süreç söz konusu değil. Yıldız tarafından yeni bir sürek avı başlatılırsa, birkaç bin Ermeni derhal sopalarla dövülerek öldürülür.”

 İkinci paragrafta, genç adamın bardağı neden attığını tartışır. Lindau o kişinin sarhoş olduğunu düşünür. Onun haklı olduğunu göz önüne aldığımız zaman şu soruya yanıt verilmesi gerekiyor. Sarhoş biri tiyatroya nasıl girmiş? İkinci sınıf loca sahibi olduğu için kimse ses etmemiş mi? Locada içki içmeye devam mı etti? Bardağı attığına göre, evet. Lindau’nun yanlış düşündüğünü varsayalım. Genç delikanlı, Ermeni oyuncuya gerçekten âşık olmuş, bardağı atarak onun ilgisini çekmeye çalışmış olabilir. 

Lindau, bardağın fanatik bir Türk tarafından fırlatılmasının düşük ihtimal olduğunu söyledikten sonra, sözü birden Türkler ve Ermeniler arasındaki probleme getiriyor. Yıldız Sarayı’nı işaret ederek Abdülhamit’in sürek avı başlatarak, birkaç bin Ermeni’nin sopalarla öldürülebileceğini söylüyor. Bursa’da yaşayan Türkler ve Ermeniler arasında çatışma olmadı. Lindau, diğer şehirlerde yaşananları biliyor olmalı. Ancak iki halk arasındaki problemlerin Bursa’da olabileceğini söylemek biraz abartılı bir yorumdur. 

Lindau, olaydan sonra yaşananları anlatır: 

“Bu olay salondaki şenlik havasını tamamıyla bozmuştu. Aynı yerde daha bir süre önce üzerlerine ateş edilen oyuncular hayatlarından endişe ederken, seyirciler de dağınık bir haldeydi. Bu nedenle oyun, oyuncuların birkaç kelime edebilecek kadar kendilerini toparlamasının ardından büyük bir aceleyle ve sessiz sedasız soan erdi ve perde kapandı. Kimse yerinden kıpırdamadı. Herkes oturduğu yerde kaldı. İnsanlar yapılacağı ilan edilen müzikli danslı düğün şenliğini bekliyordu. Orkestra da hâlâ görevinin başındaydı, hatta davulcu, seyircilerin neşelendirmek üzerine bir solo sundu. İki-üç dakikadır büyük davulda gürültü yapıyordu ki, perdenin arasından bir oğlan süzüldü ve rampada duran gaz lambalarını üfleyerek söndürdü. Seyirciler ancak o zaman gösterinin bittiğini anladı ve temsilin her zamankinden iki saat daha erken sona ermesine karşın, hiçbir protestoda bulunmaksızın salonu terk etti.”

UĞUR OZAN ÖZEN

Bursa seyahatinin tamamını okumak için bkz. Lindau, Paul “Bursa Seyahati –Mayıs 1898”, Bursa’da Yaşam, (Ekim 2018), (Çeviren Levent Bakaç), (Editör Nahit Kayabaşı), s. 204-219.

0

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku