“Uyumsuz” kavramı üzerine bir içerleme

Yunus Bektaşoğlu

Her şeyden önce bu nasıl bir içerlemedir ki içinde bir parça mayıs olmasın! Susmayı beklerken gözlüklerini unutmuş bir insanın hüsranına benziyorsa camlardaki buğulara biraz daha inanmalı. Böyle bir giriş olur mu demeyin, girmedik sadece eşikte bekliyoruz. Beklemekten öte olacak şeyin oluşuna dair kaygılarımızı dile getiriyoruz. Ki birkaç adım atsak eyleme geçeceğiz ve tam o anda tüm tutarlılığımızı yitireceğiz. Aynı Francis Ays’in – Ki Y’nin üzerinde birkaç kuple nokta var-buzu itmekle ilgili performansına benziyor. Yeter derecede aykırı oluşu belirttiysek esas konuya dönebiliriz. Aristo’nun kemiklerini sızlatma pahasına “Taklit” kavramından bahsedeceğiz. Kabaca bir özet geçip hemen konuya değinme niyetindeyiz. Aristo üç olasılıktan bahseder:

“Birincisi nesneleri olduğu gibi, ikincisi nesneleri mitoslara ya da insanların inançlarına göre, üçüncüsü de nesneleri nasıl olmaları gerekiyorsa, ona göre betimlemelidir”

Ayrıca şunu da belirtmek istiyoruz ki Aristo sanatın kendisini salt bir “Taklit” olarak belirtmez. Onu o Alana hapsetmez. Aynı Aristo Mimesis’i, yani taklidi sanatla da sınırlandırmaz:

“Birincisi taklit isteğidir ki bu insanda doğuştan vardır. İnsanlar diğer canlılardan taklit yetenekleri sayesinde ayrılırlar ve ilk bilgilerini de buna borçludurlar. İkincisi ise taklit ürünlerinden hoşlanmadır”

Aristotales

Kısaca Mimesis kavramına değindikten sonra asıl konumuna dönmek istiyoruz ve içerlemeye de tam bu noktada başlamak istiyoruz. İnsanın ve sanatın doğası Aristo’nun düşündüğü gibi “Taklit” yani “Uyum” sürecinden değil “Uyumsuzluk” halinden geçer. 

Max Ernst’ün “Ormanda çok uzun uyudular” adlı tablosunu gözümüzde canlandıralım. Orada çizilmiş olan karakterler ilk etapta cangıla uyum sağlamış insanlar olarak görülse de aslında doğanın ve ormanın sahip olduğu formu Kabul etmeyip kendi insanlıklarına bir şekilde devam ettikleri görülmektedir. Bu yüzdendir ki o tabloda uyumdan değil, uyumsuzluktan bahsedilir. O tabloda gördüğümüz karakterler bir ağacı, çimeni veya çiçeği taklit etmezler. Çünkü en basit mantıkla taklit eden, taklit ettiğinin sınırlarını alarak varolmanın alanını daraltır. Ağacı taklit eden insan, bir yanıyla onun varoluşunu sınırlandırır. Salt biçimsel, şekilsel bir Alana hapsetmiş olur. 

Tabloya dikkatli bakanlar fark edecektirler ki orada mevcut oluşa bir “tepki” gelişmiştir. İşte bizim ısrarlı bir çemkirmeye dönüşen karşı oluşumuz da buradan olmasa da bu şekilde açığa çıkmıştır.

Oyuncu bir taklit sürecinin içine girerek hakikati veya hakikat noktasındaki bir “varolmayan”a hayat vermez. O varolmayana tepki göstererek onunla çatışmaya başlar. Hatta yeri gelir onu anlamaz, ondan nefret eder veya tam tersi çok sever. Fakat kesinlikle onu, o şeyi taklit etmez. Uyumsuzluğuyla birlikte o karakteri dönüştürür. Bu haliyledir ki her karakter aslında bir başkaldırıdır. Başkaldırının pek çok şeklinin olduğu aşikar. Sanat da bunu – Ağaç dedik öyle devam edelim- ağacı doğadaki haliyle alarak değil onu doğasına başkaldırmaya yönelterek yapar. 

Photo: Rhinoceros, Barbican Theatre

Albert Camus “Uyumsuz” kavramını açıklarken bir “Kopuş” olarak tanımlar. Camus açısından Uyumsuz noktasında önemli bir nokta vardır: ne dünya ne de insan başına uyumsuz olur. Bir etkileşim, bir ilişki vardır ortada. Oyuncu açıdından da bu ilişki olan ve olmayan şeyler ekseninde gerçekleşir. Oyuncu olmayışla girdiği ilişkide kendini olmayışın bir taklidi olarak değil, oluşun merkezi olarak yaratır. 

2

Benzer Yazılar

Bu web sitesi size daha iyi bir performans sunmak için cookie kullanmaktadır. kabul edin Devamını Oku